6 Haziran 2021 Pazar

Dorothy Parker - Tüm Öyküler

 

Aşk Eski Bir Yalan

Delidolu Kitap’ın son dönemde bizi tanıştırdığı öykü yazarlarını büyük bir zevkle okuyorum. Daha önce Notos’a yazdığım Jean Stafford’den sonra Grace Paley’nin öyküleri yayımlandı. Son olarak ise Dorothy Parker’ın öyküleri iki ciltte toplu olarak yayımlandı. Sanırım ilk kez bir yazarın tüm öykülerini peş peşe, hiç sıkılmadan okudum. Parker’ın toplam kırk sekiz öyküsü, 1922’den 1958’e dek tarih sırasıyla, hangi dergide yayımlandıkları bilgisiyle, Başak Bekişli’nin usta çevirisiyle okurlara sunuluyor. 

Dorothy Parker 1893’te dünyaya gelmiş, yeteneğiyle genç yaşta ün kazanmış bir şair, yazar, tiyatro eleştirmeni ve senarist. Öykülerini tarih sırasıyla okurken aslında Amerika tarihini okuyor gibi hissettim diyebilirim, Caz Çağı çılgınlığı, içki yasakları derken sonraki yılların öykülerinde İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş etkilerini gösteriyor. Çok baskın bir biçimde olmasa da Dorothy Parker’ın politik görüşleri, ırkçılara bakış açısı öykülerde kendini hissettiriyor ama bence yazarın asıl parladıkları, toplu öykülerin ilk cildi Yarın Berbat Bir Gün’deki kadın-erkek ilişkisine dair olan öyküler.

Sosyal medyayla haşır neşirseniz geçtiğimiz yıllarda ikili ilişkilerde yaşanan pek çok duruma isim verildiğini görmüşsünüzdür. Ghosting, lovebombing, gaslighting gibi isimleri olan bu duygusal tacizler aslında her ilişkide yaşanabilecek durumlar. Eminim ki pek çoğumuz ilişkilerimizde yaşadığımız ve anlam veremediğimiz bu durumların aslında çok yaygın olduğunu, hatta tanımlandığını görünce rahatladık. Parker’ın öykülerindeki ilişkiler de öylesine usta bir gözlemle, ince diyaloglarla yazılmış ki bunca yılda kadınla erkek arasında hiç ama hiçbir şey değişmemiş diyebilirim. 

Dorothy Parker’ın sivri dilinden nasibini en çok alanlar New York’un dışında bahçeli, güzel evlerde evin hanımının çay partilerinde boy gösterip hizmetçi “eğittiği”, beylerin ise trenle işe gidip evi geçindirip gazete okuyup pipo tüttürdüğü, çocukların uslu uslu büyüdüğü aileler. Daha ilk öyküde bu can sıkıcı hayat, kocasına “babacık” diye seslenen, evi çekip çeviren kadının gözünden değil de hayatının tek hayali bir gün çekip gidebilmek olan evin babasının gözünden aktarılıyor. Dorothy Parker’ın hemcinslerini de erkekleri de çok iyi tanıdığını ve iğneleyici mizahını her iki cinsiyeti de doya doya eleştirerek kullandığını söyleyebilirim. Ne Hoş, Ne Cici Bir Tablo adlı öyküde bir efsane gibi anlatılan, “canı cehenneme” diyerek çekip gitmiş bir adamın hikâyesi aile babası Bay Wheelock’un öykü boyunca tek hayali oluyor. “Onu asıl uğraştıran, ‘Ah, canı cehenneme’ lafıydı. Bay Wheelock bunda değişiklik yapmak istemeyeceğini hissediyordu; hareketi öyle güzel tamamlıyordu ki. Fakat bunu kime söylemesi gerektiğini tam olarak bilmiyordu.” 

Bu cici aile tabloları pek çok öyküye konu oluyor, Bay Durant adlı öyküde karısını aldatan, yolda, trende gördüğü tüm kadınları gözleriyle taciz eden Bay Durant’ın, çocuklarının eve dişi bir köpek almak istediklerini öğrendiğinde verdiği tepki ve karısına söyledikleri tam bir manipülatif erkek ve gaslighting örneği oluşturuyor mesela. “‘İğrenç,’ diye tekrar etti adam. ‘Etrafta bir dişi olunca ne olacağını biliyorsun. Mahalledeki tüm erkekler onun peşinde koşup duracak. Bir de bakmışsın ki yavruları oluyor... Çocukların bunu görmesi hoş olurdu değil mi? Senin çocukları düşüneceğini zannederdim Fan.” diyen bu karakter için biz “Kişi kendinden bilir işi.” de diyebiliriz tabii.


Dorothy Parker’ın kadınları dibine kadar eleştirdiği öyküler de var. Malum Bir Hanımefendi öyküsünde anlatılan Bayan Legion, anlatıcının arkadaşı, “İşsizlik hakkında konuşurken, sokaklardaki dilencilerin hepsinin kabarık banka hesapları olduğunu ve muhtemelen çoğunun kiraya verilmiş binalara sahip olduğunu belirtir.” gibi, gerisini de tahmin edebileceğimiz bir bakış açısına sahip. Yiğit Özgür’ün Gerizekalı adındaki karikatür serisini anımsatan bu tarz öyküler sonunda, Vanity Fair dergisi yazara iğneleyici tarzının aşırı olduğunu belirtmiş -sonuçta okurlarının çoğu bu tarz kadınlardan oluşuyormuş- ve Parker istifa etmiş.

Öte taraftan en ünlü öykülerinden biri olan Büyük Sarışın’da bir kadının hayatının erkekler tarafından mahvını öyle ustaca anlatıyor ki Parker’ın yazar olarak cinsiyetler üstü bir tavır aldığına kanaat getiriyorsunuz. Erkeklere içinden geldiği gibi davranan Hazel yaşadığı pek çok aşkın ardından evleniyor ve ilk büyük hayal kırıklığını yaşıyor. Kendisiyle neredeyse hiç konuşmayan, çekip giden, eve gelmemeye başlayan bir adam. “Hazel evliliklerinin aldığı yeni hâl karşısında afallamıştı. Önce iki âşıktılar; sonra görünüşe göre arada bir geçiş süreci olmaksızın düşman olmuşlardı.” Sonra terk ediliş, başka erkeklerle tanışma, içkiye alışma, her gece dışarı çıkma safhaları ve hep ama hep neşeli olma zorunluluğu. “Kadın bariz şekilde şen şakrak ve kaygısız değilse, en uzak tanıdıkları bile rahatsız olmuş gibi görünüyordu. ‘Senin neyin var yahu?’ derlerdi. ‘Yaşının gerektirdiği gibi davran, olmaz mı? Ufak bir içki iç ve kendine gel.’” Erkeklerin ona nasıl davranması gerektiğini söyledikleri, güçsüz Hazel’ın da hep söylenenleri yaptığı bu hayatı yazar çok gerçekçi bir biçimde ve trajikleştirmeden aktarıyor. Başarısız intihar girişimi bile hizmetçinin diyalogları sayesinde okuru neredeyse güldürüyor ve Hazel hayatı öğrendiği gibi yaşamaya devam ediyor. 

Dorothy Parker’ın iğneleyici dilinden Küçük Curtis öyküsünde evlatlık aldıkları Curtis’e korkunç bir biçimde davranan Bay ve Bayan Matson çifti, Siyah Beyaz Düzenleme öyküsünde tanıştığı siyahi caz şarkıcısına hayvanat bahçesindeki bir şebek muamelesi yapmasına rağmen ırkçı olmadığına içtenlikle inanan kadın gibi karakterler de nasipleniyor. 

Yıllarla öyküleri daha çok politikleşen Parker, Soğuk Savaş yıllarında sola yakınlığı bilindiğinden Hollywood’dan dışlanmış, McCarthy tarafından hedef gösterilmiş, FBI hakkında 1000 sayfayı bulan bir dosya hazırlamış. 

Toplu öykülerin ikinci cildi Çıplakları Giydir’in aynı adı taşıdığı öyküsü, sanırım yazardan okuduğum en gerçekçi, iğneleme içermeyen, acısı yüreğe oturan öykü. Irkçılığın, yoksulluğun aktarıldığı detaylar Toni Morrison romanlarını anımsatıyor. Yanlarında çalıştırdıkları Koca Lannie’ye her fırsatta yardım ettiklerini söyleyen beyaz, tutumlu, evi çekip çeviren dört dörtlük hanımların nasıl bir sınıfsal fark yarattıkları öyküde ince detaylarla veriliyor. Hayatında ilk kez hanımından ona bahşedilenin dışında küçük bir yardım (büyüyen ve hiç kıyafeti olmayan torununa evin beyinin eskilerinden bir takım) istemek durumunda kalan Lannie’nin gördüğü muamele unutulur gibi değil. “Yüz verince istenen astarlardan söz etti. Herhangi bir şey ayırabileceğini görürse, Koca Lannie’nin nezaket göstererek bunun yalnızca bir seferlik olduğunu hatırlaması gerektiğini söyledi.”

Yine de ben bir okur olarak Dorothy Parker’ı yazının başında da söylediğim gibi ilişkileri mükemmel aktaran bir yazar olarak hatırlayacağım. Çoğunlukla diyaloglardaki ustalığıyla ilişkileri gözler önüne seren yazarın bazı öyküleri “hiç teklemeden doğal diyalog nasıl yazılır” dersi gibi. Satranç oyunu misali hesaplı hareketlerle ilerleyen buluşmalar; içini açtığın, gerçekleri söylediğin an kaçan erkekler; genç kızlara erkekleri fazla aramama, onları sıkmama, hayatları onlara bağlıymış gibi yapmama öğüdü verirken eve döner dönmez sevgililerini bin kez arayan orta yaşlı kadınlar;  balayında bile bir türlü istenen şeyi açık açık söyleyemeyerek körler sağırlar diyaloğunda kaybolan çiftler... Hepsi bugünümüze birer ayna gibi.

Delidolu Kitap umarım bizi bilmediğimiz yazarlarla tanıştırmaya devam eder. Çevirmen Başak Bekişli’nin incelikli emeği, editör Hilâl Aydın’ın detaylı dipnotlarıyla özenli yayıncılık nasıl oluyor bir kere daha görmüş olduk.



Banu Yıldıran Genç


Dorothy Parker, Yarın Berbat Bir Gün / Çıplakları Giydir, Delidolu Kitap, 2020, 535 s.

* Bu yazı Notos'un 85. sayısında yayımlanmıştır.


11 Nisan 2021 Pazar

Sınır

 

                                                                                                Son senelerde memleketten göçmek zorunda kalanlara,


Üç ülkeye dağılmış yüzlerce yıllık acı: Sınır


Yurt dışına uzun yıllardır hep uçakla çıkmışım, bu nedenle havaalanlarının o soğukluğu, bavul derdi, polis kontrolü filan bir ülkeden başka bir ülkeye geçmeyi sanırım tam olarak anlamamışım. İlk kez 2013 Kasım’ında arabayla Gümülcine’de yaşayan orta okuldan mektup arkadaşım Panagiotis’nin yanına gittiğimde gerçek bir sınır gördüm. Polis noktasını geride bıraktıktan sonra Meriç nehrinin üstündeki köprüde giderken kırmızı beyaz korkuluklar bir anda mavi beyaza dönüyor, işte sınır tam da orası. Çocuk oyunu gibi. İnsan işte uçak yolculuğunda değil de tam o noktada anlıyor sınır denen şeyin saçmalığını.

Kapka Kassabova’nın yazdığı Sınır’ı okuyunca, Bulgaristan, Yunanistan ve Türkiye sınırlarında yaşayan insanların hikâyelerini dinledikçe dünyanın camını çerçevesini indirmek geliyor insanın içinden... Öyle bir çaresizlik, üzüntü, yüreğe öyle oturan sözler...


Karşıya geçemeyenler

Sınır, ergenlik döneminde ailesiyle birlikte Yeni Zelanda’ya, oradan da ileri yaşında kendi başına İskoçya’ya göçen Bulgar Kapka Kassabova’nın çocukluğunun geçtiği yerleri görmek istemesiyle başlayan ve tabii ki orada kalamayan bir belgesel kitap. 

“O zaman ve şimdi karşıya geçmeyi başaramayanlara ithaf edilmiştir.” diye başlayan Kassabova o kadar incelikli bir biçimde kurmuş ki kitabını. Gezdiği, kaldığı, görüştüğü insanların bulunduğu yerleri gösteren bir harita var öncelikle, bu harita çok önemli çünkü kimin kimle karşı karşıya olduğunu, nerenin hangi ülke sınırında kaldığını ancak onun sayesinde anlayabiliyoruz. Yazar kitabını da oldukça farklı bir düzenle ilerletiyor. Her bölümden önce bir sözcüğün açıklandığı sayfayla o atmosfere giriyoruz. Bazen ortak bir sözcüğün terminolojisi, bazen şarkı sözü, çiçek adı, Balkanlara ait herhangi bir şey... Kassabova önce bu sözcüğü bize tanıtıyor, sonra ise o sözcükle bağlantılı bölüm başlıyor. Dört yüz sayfalık bu kitabı okumak kadar hakkında bir şeyler yazmak da zor. Sarmal düzenini, farklı akışını geçtim, her sayfada ayrı tarih, her bölümde ayrı ayrı insanların anıları, acıları dolu -ki yüzlerce yıllık acılardan bahsediyoruz bazen-, insan neyi anlatacağını seçmekte ve nasıl bir düzenle anlatacağını kurmakta zorlanıyor. Günlerdir kafamda bu düşüncelerle yaşıyorum, ne kadar aktarsam da bir şeyler eksik kalacak biliyorum ama 2020’de okuduğum en güzel kitaplardan biri olan Sınır’dan herkese bahsedesim var.


Ormanda kaybolanlar

Önce Yıldızlı Istrancalar’a gidiyoruz. Çocukluğunun peşinden gitmeye başlayan Kassabova bir çocukluk anısıyla başlıyor. Bulgar ailelerin yaz tatillerini geçirdikleri Karadeniz kıyısındaki Kızıl Riviera, ilk sınır bölgemiz. Ortalığın KGB, Çek ve Stasi ajanlarıyla dolu olduğu 1980’ler... “Doğu Almanlar, bölge sakinleri arasında ‘sandaletliler’ olarak bilinirdi, çünkü geceleri sandaletleriyle ve plaj kıyafetleriyle kumsallardan gizlice kaçıp adı Istranca olan karanlık kra-kra granitza ormanına dalarlardı.” Evet, sınırı geçmeye çalışanlardan ilk tanık olduklarımız Doğu Almanya’dan Türkiye ya da Yunanistan’a geçmeye çalışan ve genellikle başarılı olamayan Almanlar. 

1961-1990 yılları boyunca sınır olarak orman boyunca uzanan ve ülkeyi komşularından ayırıp tecrit eden, elektrikli, dikenli tel duvar var: Klyon ya da resmi adıyla Tesisat. Tesisat’a ulaşabilmek, ormandan geçebilmek başlı başına olay zaten, yapabilen çok az çünkü askerler kadar hükümetin baskısı sebebiyle halk da komünizmden kaçmaya çalışan bu insanların peşine düşüyor. O kadar çok hikâye okuyoruz ki bu konuda, hediye edilecek Rus yapımı saat uğruna kurşuna dizilenler, yardım ettiği sanılıp da başına bir iş gelmesin diye uçurumdan atılanlar, buharlaştırılanlar... (O dönem Bulgar askerlerinin yok etme anlamına gelen jargonuymuş.) 

Kapka Kassabova sınır köylerinde yaşayan neredeyse tüm erkeklerin, emekli sınır muhafızlarının bir biçimde sınırı geçirtmemeye dair anlatacak hikâyeleri olduğunu gözlemliyor. Buralar 90’lardan sonra bir türlü belini doğrultamayan yerler. İlahi adalet duygusu mu, dedelerin, babaların günahlarını çocuklarının çekmesi mi bilmiyorum ama hep bir yalnız bırakılmışlık hâli var, normal şeylerden bahsedermiş gibi anlatılan ölümlerin ardındaki vicdan azabı hissediliyor satırlarda.

1961-1989 arası kayıp yabancı turistlerin sayısı Bulgaristan İçişleri Bakanlığı’na göre 415. Kayıpların çoğu onları vuran askerlerin açtığı mezarlarda, sayı tabii ki çok daha fazla ama yargılanmış, hatta hakkında soruşturma açılmış kimse yok. Öncelikle Doğu Alman, sonra Çek, Polonyalı, Macar ve SSCB’ye bağlı devletlerden pek çoğu genç turistler... Kayıp.

Yazar bu sahil beldesinden uzun bir süre konaklayacağı Vadideki Köy’e gidiyor. Burası da Balkan tarihinin acısını epey çekmiş, güzel köy önce Kızıl Ordu’nun gelmesiyle yıkılmış, sonrasında ise Komünist Parti iktidarında tarımsal ortaklık adı altında halkı mahvedilmiş. Böylece 2000’li yıllara gelindiğinde “toprak zengini bu ülkeden hem köylülerin hem de şehirlilerin eşit derecede mülksüz oldukları bir toplum ortaya çıkmıştı.” 

Bu köyde geçirdiği günlerde Kassabova, Büyük Ören adındaki arkeolojik bölgede Bulgar Komünist Partisi’nin başkanının ve Kültür Bakanı olan kızı Ludmila Jivkova’nın verdikleri zararlarla, delik deşik edilen dağlarla, define avcılarıyla ilgili bilgi alırken, nasıl her devlet birbirinden beter olabilir diye merak ettim açıkçası.



1989 sürgünü

Yazar daha sonra kendisine Trakya koridorlarından bir rota çiziyor ve Orta Trakya’yı şöyle anlatıyor: “Türkler, Sovyetlerle Yunanlar konusunda endişeliydi; Yunanlar, Sovyetlerle Türkler konusunda, Bulgarlarsa herkesten endişe ediyordu.” Tam da Paskalya’ya denk gelen bir haftada Kapka Kassabova’nın Trakya yolculuğu Edirne’ye doğru devam ediyor. Yol boyu karşılaştığı mülteciler, yürüye yürüye sınır polisine teslim olmaya çalışanlar, bir şekilde kendini sınırın ötesine atmaya çalışanlar yazarı şaşırtsa da sürekli bu yolları gidip gelen şoförler de yolcular da alışkın bir biçimde susmuşlar artık. 

Şoför Ventsi’nin de eskiden sınır ordusunda olduğunu öğreniyoruz yolculuk sırasında. Ve artık Türkiye sınırına yaklaşmışken Balkan topraklarında yaşanmış bir başka sürgünün, acının konuşulma vakti geliyor. 1989’da dinlerini, isimlerini değiştirmek istemeyen binlerce Türkün yerlerinden yurtlarından kovulup Türkiye’ye gönderilmeleri. “Bir keresinde bir adamın, oğlunun boğazını kestiğine şahit oldum. Türk asıllılara karşı isim değiştirme kampanyasının yürütüldüğü zamanlardı. Çocuk yeni ismi alıp burda kalmak istemişti, babaysa isimlerini koruyup Türkiye’ye gitmek. Boğazı kesilmiş halde sebze tarhında yatan o çocuğu hiçbir zaman unutmayacağım.” 

Edirne’de tanıştığı Ahmet’le Ayşe de uzun uzun anlatıyorlar hikâyelerini. Bir gecede Assen olan Ahmet ve Assia olan Ayşe, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri kıtada görülmüş en büyük nüfus hareketinin kurbanları olmuşlardı, üç yüz kırk bin insanla birlikte kendi devletleri tarafından barış zamanında sürgün edilmişlerdi. Ayşe hiç Türkçe bilmezken, Türk olduklarını dahi polis kapıya dayanınca öğrenmişken, Ahmet çat pat Türkçe bildiği için şanslıydı. Ahmet’le Ayşe göç yolunu, yıllarca yaşadıkları çadırları, prefabrik evleri, Türkçe kurslarını anlatırken Kapka Kassabova da dünyanın öbür ucuna göçünü hatırlıyor: “Yeni Zelanda’da ağaçlarla kuşlar farklıydı, yıldızlar yeniden düzenlenmiş, mevsimler tersyüz edilmişti, lavabodaki su ters yöne dönerek boşalıyordu. Baş aşağı dönmüş bir dünyaydı, öte yandan göçmen için dünya hep baş aşağıdır.” Sohbet anadillerindeki en anlamlı sözcükle sonlanıyor: Memleket.

İnsanın kendi memleketi de dahil olunca zaten farklı bir duyguyla okuyor, bu göçmenlik anıları boğazıma bir yumru gibi oturmuşken, Edirne’nin yegâne Hıristiyan mahallesinde Müslüman, Hıristiyan hep beraber kutlanan Paskalya’yı okuduğum satırlar bambaşkaydı. Bulgaristan’dan, Yunanistan’dan gelenler, ortada duyulan farklı farklı diller öylesine mutlu bir hava katıyor ki ortama... Peder Aleksander’ın sözleri gözyaşlarından önce okuyabildiğim son cümle oldu: “Sınırları olmayan bir Trakya. Tıpkı olması gerektiği gibi.”


Pomakların mekânı

Balkanlarda acı biter mi? Bitmez. Kassabova’nın bir sonraki durağı Rodoplar. Osmanlı zamanında düzenli bir biçimde Müslümanlaştırılan bir bölge. Pomak’ların yuvası. Uzun ömürlü bir Pomak’ın, ki aslında Rodoplar uzun ömürlü insanlarıyla ünlü, hayatı boyunca ismi üç kez değiştirilmiş. Bulgaristan, zamanında zorla Müslümanlaştırılan Pomakların isimlerini Slavlaştırırken, Yunanistan ise kendi topraklarındaki Pomakları tam tersine Türkleştirmiş. Sözüm ona biri İslam’dan öbürü Slavlıktan uzaklaştırmış. Yirminci yüzyılın başında zorla Hıristiyanlaştırılan bir Müslüman köyü o kadar bıkmış ki artık, serbest olduğu zaman da Müslümanlığa dönmemiş. Kapka Kassabova emekli bir madenci Hayri’yle tanışıyor, Hayri bu isimle doğmuşken 70’lerde Hari, sonra ise Zakhari olmuş. 

Yüz yaşını aşmış insanlarla dolu Rodoplar bu uzun yaşamın sırrını arayan turistlerin uğrak bölgesi. Yoğurt mayalama yöntemlerine bağlayanlar varmış, bilemiyoruz tabii ama bölüm boyunca yazar 80 yaşında çobanlardan, dimdik yokuşları koşturarak çıkan nineler dedelerden bahsediyor. Yemyeşil huzur dolu bir bölge olması gereken Rodoplar tabii ki geçmişte yaşananlardan dolayı hem huzursuz, hem de bomboş kalmış. 1800’lerde silah kaçakçılığıyla ünlüyken, 1940’larda Bulgaristan’ın Kuzey Yunanistan’ı işgali sırasında epey acı yaşanmış, köylerde topluca öldürülen erkekler, ırzına geçilen kadınlar hâlâ konuşuluyor. İkinci Dünya Savaşı’nda ise yine Almanya’nın yanında yer alan Bulgaristan bu bölgelerden toplanan 11343 Yahudi’yi trenle ölüm kamplarına yollamış. O nedenle burada da babasının günahlarını ödediğini düşünen pek çok mutsuz insan var. 

Rodopların Yunanistan kısmına geçtiğimizde ise bambaşka trajediler bizi bekliyor, Drama’da mübadiller hiç görmedikleri, ana-babalarının adını sayıklaya sayıklaya göçüp gittikleri İzmir’den bahsediyorlar. Her yerde acı, her yerde sürgün.

Rodop gezisi bazı kişisel sebeplerle kötü biten Kapka Kassabova bu dağlarda delireceğini hissedip tehlikeli olduğunu düşündüğü birinden kaçarken (ki sonra abarttığını ve bu psikolojiyi yaratanın insanı delirtmesiyle ünlü Rodoplar olduğunu düşünecek) mucizevi bir biçimde ırmağa ulaşıp Yunan mitolojisinden fırlamışa benzeyen Orfeus, Akhilleus ve Marta adındaki balıkçılar tarafından kurtarılıyor. Hayattaki tesadüfler hakikaten bazen inanılmaz. 

Sakinleşmek için İskeçe’ye yakın Dünyanın Tepesindeki Otel adını verdiği yerde konaklıyor, tabii ki sakinleşmek mümkün değil çünkü hemen aşağıda mülteci kampı var. Kampın yemeklerini otel veriyor, Suriye’den, Afganistan’dan ve başka pek çok yerden kaçıp devletlerin pazarlıkları sonucu Yunanistan’a hapsedilmiş mülteciler bugünün göçmenleri ve geleceğin hikâyeleri.

Biz şimdilik geçmişin hikâyelerine devam edelim. Otelde Stefania’yla tanışan Kapka bu kez onu dinliyor. Stefania da mübadil, üstelik Karaman Rumlarından, dedesiyle ninesi tek kelime Yunanca bilmeden Rodoplara kadar göçmek zorunda kalmış. Bambaşka bir coğrafyada hayat kurmaya çalışan öğretmen dedesi Bulgarlar tarafından öldürülmüş. “Biri, Kapadokya’daki eski kiliselerinden bir avuç toprak getirmiş, Stefania da toprağı dedesiyle ninesinin mezarına koymuştu. ‘Hiç değilse öbür dünyada çocukluklarının memleketine kavuşacaklar.’” Mezara konan memleket toprağı sanırım tüm dünya insanlarını birleştiren imgelerden biri.


Yine Istrancalar

Kapka Kassabova’nın yolculuğu başladığı yerde bitecek, yani Istrancalar’da. Bu kez Türkiye tarafında Kırklareli’ne gelip Rodoplardan göçmüş Nevzat’ı dinliyor uzun uzun. 1970’te sınırın ötesindeki Bulgar çobana merhaba dediği için casusluk suçuyla on sene hapsedilen Türk çoban, her iki tarafta da dağlara, ormanlara gitmek için özel izin gerekmesi... Nevzat’la birlikte gittikleri Balaban köyünde dinledikleri... Sınır askerlerinin seneler boyu halka ettiği eziyetler, şimdinin derdi mülteciler... Bir coğrafyaya bu denli acı sığması inanılmaz.

Ve tabii hiçbir Balkan hikâyesi çingeneler olmadan bitmemeli. Kırklareli’ndeki Aya Nikola Manastırı’nın kırk yıllık gönüllü bekçisi Tako, Kapka Kassabova’nın son tanıklarından... “Tako yeni yetmeyken, ilk kız arkadaşını buraya getirmişti. O ilk öpücüğü hâlâ hatırlıyordu. Bir de ilk sigarasının tadını. ‘belki de kendi hatıralarımın muhafızlığını yapıyorumdur,’ dedi. ‘Kendi mutluluğumun.’”


Mitler diyarı Balkanlar

Kitabı okurken sık sık Kapka Kassabova karşımdaymış gibi “Yediğin içtiğin senin olsun, sen mitleri anlat.” diyesim geldi. Sağ olsun o da bu isteği yerine getiriyor bol bol, ne de olsa Balkanlar mitolojinin, mitlerin, paganizmin, bugün batıl diyeceğimiz pek çok inanışın geçmişten bugüne yoğun yaşandığı bir yer. O nedenle galiba kitapta en sevdiğim yerler bunlara ait anlatılar oldu. Kapka Kassabova özellikle mitolojiyi hikâyelerin içine çok iyi yedirebilmiş, daha en başta Rodoplar’daki Şeytan Boğazı’ndan bahsederek Orfeus’un yeraltı dünyasına buradan girdiğini söylüyor. İçeri girenin bir daha çıkamadığı bu diyardan tek canlı çıkabilen varlık Orfeus, ki o da Baküs perileri tarafından paramparça edilmiş ve cesedi Meriç nehrine atılmış. Suçu ise sınırları aşmak. “Dionysos’tan Apollon’a, kadınları sevmekten erkekleri sevmeye geçiş. Sınırları aşmak, tanrılar için bile güvenli değildir, nerede kaldı ki ölümlüler için güvenli olsun.”

Kitapta gezilen her yerden inanışlar var ama Istrancalar ve Rodoplar’ın eline kimse su dökemez diyebiliriz. Neler neler dinliyor, nelerin içinde yer alıyor Kassabova... 


- Çamaşırlar gece dışarda bırakılmaz, onlara büyü yapan kadınlar var.

- Haç çıplak elle tutulmaz, tutarsan uğursuzluktur.

- Kilisedeki ikonalar senede iki kere Büyük Ayazma’da yıkanır, kutsanır, tütsülenir, allara bürünür, gezdirilir.

- Büyük bir kutsal geyik her yıl nehri boynuzlarıyla temizler, bunun için avlanmaları yasaktır.

- Kurban pişirilen ateşin közünde yürüyenlerin olduğu, ateşe tapan iki köy var ama şimdi bomboş.

- Zmey (biçim değiştiren ejderhalar) beğendiği kadınları kaçırıp onları yer altına alır, orada evlenir.


Hatta bütün bir otobüsün kulağına başka başka mitler anlattığı, ikonaların yıkandığı o büyük günde köy halkıyla Ayazma’ya gidiyor, közde yürüyecek olanları bekliyor ve antropolog Marina’yla sohbet ediyor. Bu özel gün aslında pagan inanışı ve Ateş-Güneş tanrısıyla Mağara-Gece tanrısının buluşmasıymış, bu inanışın Istrancalarda belki bin yıllardır sürdüğü söyleniyor. Marina’nın deyişiyle: “Ormanı tutukladılar. Yine de ateş kültü son dört bin yıldır ölmedi.”


İyileşmek - dönüşmek

Çocukluğunun peşinde geldiği Bulgaristan’dan bambaşka biri olarak ayrılıyor Kapka Kassabova, anlatısının içtenliğinden bunu biz okurlar rahatlıkla sezebiliyoruz. Önceleri birer mit olarak dinlediklerine Rodoplarda yaşadığı o korkunç geceden sonra inanmaya başlıyor. İki yıl aradan ve bu koca içsel/döngüsel yolculuktan sonra Marina’yla tekrar buluşup onun rehberliğinde şifacı bir kocakarıya gidiyor. Marina çok doğal karşılıyor yaşananları: “Dağ içeri girmene izin verdi. Şimdi de seni dışarı bırakmıyor.”

Şifacı nazar olmadığını, kurşun dökmek gerekmediğini ama ayak izlerini ters çevireceğini söylüyor. Sonuncusu hariç ilk iki kavram bizim için de oldukça tanıdık.  Kapka ayak basılmamış bir toprakta, çıplak ayak, parmakları doğuya bakar bir durumda buluyor kendini. “Müzisyenler ve nestinari ateş ayininden önce doğuya döner. Ölülerin ayakları doğuya bakar. Güneş doğudan doğar.” Yazarın bastığı toprağı üç kez saat yönünün tersine bıçakla çizen ve bir şeyler mırıldanan şifacı, daha sonra o toprak barçasını çıkarıp ters çeviriyor. Böylelikle kötü enerji artık orada kalacak. Ama bir şey daha yapması gerek: “Git, Azize Marina pınarında yıkan.”

Böylelikle Kapka Kassabova istese yıllarca kalabileceğini hissettiği Vadideki Köy’den iç huzuruyla ayrılıyor. Geçen yıllarda sınırları aşmaya çalışan mülteciler de, devletlerin yanlış politikaları yüzünden huzursuzluk da artmış ama işte hayat... Herkes yaşamaya devam ediyor. Dinlediği acı dolu hikâyelerden, tanık olduğu yaşamlardan sonra en sonunda bir gün Kapka toparlanıyor, Azize Marina pınarına gidip önce tişörtünü lime lime yırtıp adak olarak ağaca bağlıyor, sonraysa pınarda yıkanıyor. Bir yolculuk böylece tamamlanıyor. Hep içinden geçtiği gibi ölmek için döner mi Bulgaristan’a, kim bilir?

Ve her şey bittiğinde kitabın başındaki o haritadaki yerleri ince ince, acısıyla tatlısıyla biz de gezmiş oluyoruz. İnsanın olduğu her yerde acı var, farklılığın olduğu her yerde sürgün, göç, katliam... Ne kadar alıştık desek de alışılacak şey değil, her hikâye göz yaşartıyor ama iyi ki yazanlar var. Kapka Kassabova insanları konuşturmakta da duyup gördüklerini aktarmakta da mahir, iyi ki dönüyor çocukluğuna da biz de bu olup bitenlere, yaşamlara tanıklık ediyoruz, iyi ki yazmış Sınır’ı.

Her sayfası yerel sözcükler, inanışlar, tarihi olaylarla dolu bu kitabı çevirmek gibi zor bir işin altından ustalıkla kalkabilen Seda Çıngay Mellor’u da unutmamak gerekiyor. İyi ki çevirmiş.

Genç bir yayınevi olan Salt Okur bu önemli kitabı iyi ki yayımlamış.

Son bir söz, keşke 1989’da buraya göçmek zorunda kalanların da hikâyelerini uzun uzun, sık sık okuyabilsek... Onlarsız bu büyük sürgün eksik kalıyor.


Banu Yıldıran Genç


* Bu yazı Ocak 2021'de Parşömen Sanal Fanzin'de yayınlanmıştır.

2 Mart 2021 Salı

Cümle Göğün Mavisi

 Umutsuzluğun dip noktasından umuda yolculuk ya da Fevzi’nin hikâyesi

Ayhan Koç’un son romanı Cümle Göğün Mavisi geçtiğimiz ay İthaki Yayınları’ndan çıktı. Ele aldığı güncel konuyla, içeriden keskin bir bakışla eleştirdiği edebiyat dünyası yorumlarıyla ve postmodern oyunlarıyla dikkati çekiyor diyebilirim.

Roman, Fevzi adlı gazetecinin polisler tarafından evden alınmayı beklemesiyle başlıyor. Bu memlekette oldukça tanıdık olduğumuz bir sahne. Fevzi ana karakterimiz. Roman, onun yaşadıkları ve yazdığını hayal ettiği romandan parçalarla eşzamanlı ilerliyor. Yatak odasında bavulunu toplayan Fevzi sessiz sedasız başına gelenleri kabullenmişken, karısı Meral’in bağırıp çağırması, küfürleri romandaki önemli bu iki karakterin farklarına daha ilk sayfalardan dikkat çekiyor denebilir.

Yine ilk bölümde karakterlere dair başka ipuçları da veriliyor. Toplumdaki kutuplaşmanın en yoğun olduğu yıllara gelinmiş. Fevzi arkadaşı Sermet’le hükümete dek uzanan bir yolsuzluk dosyası hazırlamış. Bu dosyadan yayımlanana dek haberi olmayan Meral’le Fevzi’nin arasında laf sokmalara, aşağılamalara kadar ilerleyen soğuk bir savaş var. Bölüm sonunda Fevzi kızkardeşiyle telefonda konuşurken, bakıma muhtaç babalarının Fevzi tarafından defterden silindiği, annenin ise bir zamanlar babasını aldattığı konusu açılınca, bu soğuk savaşın asıl sebebi belli olacak. Kardeşinin sorduğu “Sen aldatılmak nedir bilir misin abi?” sorusunun cevabını içinden veriyor Fevzi: “Artık aldatılmak nedir gayet iyi biliyor.”

Böylelikle aslında romanın ana izleğine geliyoruz. Fevzi yıllar öncesinde ödül almış bir roman yazmış ama artık yazar olarak unutulmuş gitmiş, evliliği sallantıda, annesi travmatik bir biçimde Fevzi’nin onla konuşmayı reddetmesi sonrası intihar etmiş, babası bakıma muhtaç, kızkardeşi gurbette ve iktidar yanlısı olmuş... Hayatında elle tutulur bir şey yok, hapse girmeye bile razı. Karısının kendisini aldattığını öğrenmesiyle artık benliğinden kaçamayacağı bir dönem başlıyor. Roman aslında yaşamının en kötü noktasında olduğunu düşünen Fevzi’nin alter ego’su “Yabancı” sayesinde geçmişten bugüne kendiyle hesaplaşmasını ve içinde bulunduğu kısırdöngüden çıkmasını anlatıyor. Bildiğimiz en eski hikâye, kahramanın yolculuğu. Bu hikâyede önemli olan kahramanın derinliği ve yolculuğun anlatımı ve Ayhan Koç bunu oldukça iyi bir biçimde kotarmış.


Romanın önemli leitmotivlerinden biri I Pagliacci operası. Kendisini aldatan karısını ve aşığını öldüren bir palyaçoyu anlattığı için Fevzi’nin ruh hâline oldukça uygun. Hatta pek çok bölümün başındaki alıntılar operanın libretto’larından oluşuyor. Operadan bahsedilen bölümle beraber Fevzi’nin yazmayı hayal ettiği roman da başlıyor. Roman içindeki bu romanı ayırt etmemiz oldukça kolay çünkü hem farklı bir formatta dizilmiş hem de Ayhan Koç yaşanan zamanı şimdiki zaman kipiyle anlatmayı tercih ederken, iç romanda di’li geçmiş zaman kullanmış. İç romanda mahkeme sahnesinde tanışacağımız Yabancı, sorduğu sorularla bizi Fevzi’ye en çok yakınlaştıran kişi olacak. Bilmediğimiz her şeyi onun sorguları sırasında Fevzi’nin verdiği cevaplardan öğreneceğiz. Çocukluğu, annesine ne olduğu, Meral’in aldatma hikâyesi, hatta son haberi yazmayı niçin kabul ettiği... Hayatını baştan sona sorgulatan bu redingotlu, silindir şapkalı, ağdalı dille konuşan Yabancı, bir nevi Oğuz Atay’ın Olric’i gibi. Daha ilk karşılaşmada Fevzi’nin kendisine bile itiraf etmek istemediği bir gerçeği soruyor: “‘Şimdi toparlayalım,’ dedi. ‘İstikbaline zerre umut beslemediğiniz bir ülkede, tutuklanmanızdan gayrı hiçbir şey değiştirmeyecek bir yolsuzluk haberinin altına imzanızı atarken esas arzunuz neydi? Ne diye böyle bir şey yaptınız?’”

Roman gerçekte Fevzi’nin ailevi meseleleriyle devam ederken, iç romanda F casus yazılım kullanarak gizlice okuduğu karısının günlüğündeki Bay A’nın kim olduğunu Yabancı’nın yol göstermesiyle anlıyor. Bence romanın yükselişe geçtiği bölümler Bay A’yla karşılaşmaya giden olaylar, doruk noktası ise iki rakibin restorandaki gerilim dolu yemeği. Ayhan Koç iki eski arkadaşın hem edebiyat hem kadın temelli çekişmesini oldukça sağlam diyaloglarla kuruyor. Sohbet, laf geçirmeler, ince dalgalar, küfürler ve sona doğru tırmanan gerilim öyle etkileyici ki okur olarak kendimizi masada oturan bir üçüncü kişi gibi hissediyoruz. Önce Fevzi’nin yazdığı romanın konusuymuş gibi ilerleyen aldatma hikâyesi bir süre sonra ete kemiğe bürünüyor ve yılların birikmiş irini akıp aslında iki tarafı da rahatlatıyor. Karşı tarafın Fevzi’nin romanının sonuyla ilgili şu sözleri finali de belirliyor: “Demek son hakkında fikrin yok. Şöyle yap. F o kıt aklıyla yeni roman fikrini kullanarak Bay A’yı kıstırmaya çalışsın. Başaramasın. Zaten F’nin neyi başardığı görülmüş? Bay A karşı bir hamleyle F’nin yapamadığını yapıp romanı bir mecaz aracına dönüştürsün, sanki bir romanın kurgusu hakkında fikir teatisi döndürüyormuş gibi kendinden üçüncü tekil şahısla bahsedip her şeyi itiraf etsin. Nasıl fikir Fevzi?” Fevzi’nin cevabı ise oldukça anlamlı: “İyi fikir. Yalnız bölümün sonunda F’nin Bay A’nın ağzını yüzünü dağıtması gerektiğini düşünüyorum.” İki erkeğin ego savaşına dönüşen bu oyundaki son cümle artık kahramanın yolculuğunu tamamlaması için yeterli: “İşaret parmağıyla onu gösteriyor. ‘F mi Bay A’yı dövecek?’”

Ve üniversite yıllarından beri arkadaş olan -ki tanışmaları yine romanın en başarılı postmodern oyunlarından biri olarak rüyalar aracılığıyla anlatılıyor- bu iki insanın ilişkilerinin sonuna böylelikle biz de tanıklık ediyoruz. Yaşanan bu olayla bir biçimde silkinen Fevzi değişecek mi bilinmez ama romanın sonunda babasıyla kurmaya çalıştığı ilişkiyle en azından çaba gösterdiğini seziyoruz.

Cümle Göğün Mavisi’nde keskin edebiyat camiası eleştirileri olduğundan bahsetmiştim. En eğlenceli bölümlerden biri Cihan’ın iyi satan bir yazar olarak edebiyat dünyasını tam da merkezden zehir gibi eleştirmesi, yazarları Tip A, Tip B, Tip C... diye kategorize edip bu tipler aracılığıyla piyasanın iki yüzlülüğüyle, yazarların çıkar ilişkileriyle, ahbap çavuşlukla dalga geçmesi... Bu bölüm gerçekten bu işlerin içinde olanların yüzüne hem acı hem muzip bir gülümseme konduruyor.

Ayhan Koç genel olarak sağlam bir dil kurmuş, diyaloglar karakterlere uygun ilerliyor, son derece doğal ve insanı zorlamayan bir dil. Olaylar da herhangi bir yere takılmadan, uzatılmadan ilerliyor. Karakterler aforizmalar saçmıyor, kitabi cümlelerle konuşmuyor. Yalnız bir yerde Sermet’in Atatürk portresiyle ilgili söyledikleri bu doğallığı bozup tirat havası vermiş. Burada Sermet’le Fevzi’nin hangi gazetede çalıştıklarını, Atatürk kitaplarından parayı kaldıran Sinan Özdilli’nin gerçekte kim olduğunu anlıyoruz zaten. Sermet’le Fevzi’nin 90’larda yaşananlardan bahis açıldığında hangi görüşe yakın olduklarını da az çok biliyoruz. O nedenle Sermet’in Sinan Özdilli’yi çektiği “siz, biz, onlar” temalı nutuk daha kısa olabilirmiş.

Yine romanda beni belki de kadın olarak rahatsız adan bir noktaya değinip yazıyı sonlandırabilirim. Meral’in rahatsızlığı romanın başından itibaren vurgulanıyor ama Meral gibi bir kadının kocasını aldatmasının bahanesi olarak bir hafta sonu manik depresif bozukluğu için kullandığı ilaçları almaması ve manikliğinin tavan yapmasının gösterilmesi biraz fazla kolaycı ve ahlakçı bir tutum gibi geldi bana. Sonuçta Meral aslında Fevzi’yle evliliğinde sorunlar yaşayan, edebiyat çevresinde bilinen, gayet çok satan bir dergide çalışan, güzel ve alımlı bir kadın. Hastalık bahanesi olmasa da olurmuş diye düşündüm açıkçası.

Sonuç olarak oldukça eli yüzü düzgün, dili ve kurgusu üzerine düşünülmüş, söylenmeyenleri söyleyen bir roman yazmış Ayhan Koç. Özellikle bilinç akışı yöntemiyle aktarılan anlar, duygular, olaylar okur üzerinde epey etkili oluyor. Ben kişisel olarak birkaç yerde tekrarlanan, ki bağlacıyla bağlanan bölümleri de çok sevdiğimi ekleyeyim. Umarım okuru çok olur.


Banu Yıldıran Genç


Cümle Göğün Mavisi, Ayhan Koç, İthaki Yayınları, Kasım 2020, 206 s.


* Bu yazı Notos'un 84. sayısında yayımlandı. 

16 Şubat 2021 Salı

Kaçış Rampası

 Kaçabilenler ve kaçabilme umudu taşıyanlar

Sanırım bin yıldır filan evliyim. Bir yerden sonra yılları saymak anlamsızlaşıyor ki bizim nesil için çok da önemli değildi öyle yıldönümü filan. Şimdiki nesilde yani yeni moda tabirle Y ve Z kuşaklarında aydönümleri bile kutlanıyor. Bu farklılıklar uzun süredir aklımı kurcalayan bir konu aslında, pek çok arkadaşımla da bayağıdır bu değişimi konuşuyoruz.

Doksanlarda ve iki binli yılların başında evlenenler son on yılda bu işin nasıl bir yere gittiğini şaşkınlıkla izliyor olabilir. ‘80 sonrası yavaş yavaş açılan memlekette kapitalist düzenin bizi tam anlamıyla kıskacına almamış olması, Amerikan âdetlerinin daha ülke sınırlarından bu denli içeri girmemesi, başımızda senelerce duracak ve hayat görüşümüzü değiştirecek gösterişçi bir muhafazakâr iktidarın yokluğu gibi pek çok sebep bulabiliriz o zamanlar her şeyin daha sade olmasına.

Üstelik biz feminizmi doksanlarda dillendirmeye, konuşmaya, öğrenmeye başladık. Böyle ritüeller, feodal düzende kalması gerektiğini düşündüğümüz bazı âdetler, kına geceleri, kız istemeler, düğün salonları, kırmızı kuşaklar filan tabii ki feministliğimize halel getirirdi. Ama çok da atıp tutmayayım şimdi, ayrı şehirde üniversite okumadığıma göre evden ayrılmam zordu, “sevgilimle birlikte yaşamaya karar verdik” demek daha zordu. Bazı evlilikler istisna olabilir belki bahanesi ve erken yaşta ayrı eve çıkma mantığıyla evlendim.

Tabii dediğim gibi olabildiğince az ritüelli, minimum masraflı -ne gerek vardı böyle boş işlere para harcamaya ki para da yoktu zaten-, ödünç gelinlikli (kırmızı kuşaksız tabii) filan evlendik. Fakat İstanbul’da ev kuracak herkesin başına gelecek bazı şeyler vardır. İster feminist olun, ister dünyanın en entelektüel insanı, o Eminönü’ne gidilecek, Tahtakale, Mercan, Mahmutpaşa, Sirkeci adım adım gezilecek, ev düzülecek, ayaklara kara sular inecek. Geçtiğimiz günlerde bunları bana yıllar sonra hatırlatan bir öykü okudum. 


Kararlarımızdan emin miyiz

Halil Yörükoğlu’nun ekim ayında yayımlanan öykü kitabı Kaçış Rampası’ndaki bir öykü beni aldı, işte yıllar evveline ışınladı. Ben Haluk o kadar ince gözlemle, o kadar net bir dille yazılmış ve anlatılanlar açısından o kadar ama o kadar doğru bir öykü ki daha okurken içimde yazma isteği uyandırdı. İlk okuduğumda öykünün geçtiği mekânın Eminönü olduğundan o kadar emindim ki mesela. İşte tüm Tahtakale, Mahmutpaşa gezilmiş, soluklanmaya ancak Sirkeci’ye doğru bir cafe’ye oturulmuştu. Sonra bir daha okuyunca Halil Yörükoğlu’nun mekân adı filan vermediğini fark ettim ama kişileri, olayları ve azıcık ama yerinde olan diyalogları o kadar ustaca ve gerçekçiydi ki ben öyküyü çoktan almış Eminönü’nün ortasına kondurmuştum.

Ben Haluk’ta nikâh öncesi çıkılan bir alışveriş sonrasını anlatmış Halil Yörükoğlu. Haluk, annesi, müstakbel eşi, müstakbel kayınvalidesi. Ayaklara kara sular inmiş, poşetler bir yana yığılmış, bir kahveyle yorgunluklar giderilecek. Ortamda elbette ki gerginlik var, hangi düğün öncesi alışverişte gerginlik olmaz ki? Haluk kâh sipariş kâh gereksiz bilgiler vererek gerginliğin üstünü bastırmaya çalışmakta. 

“‘Kahveler geldi,’ dedim. Garson bize doğru yaklaşıyordu. 

‘Eskiden beri böyledir Haluk.’

‘Nasıldır Haluk?’

Burada olmayan biriymiş gibi bahsedilen kişi, yani ben, Haluk.

Soruyu soran, yaklaşık 29 gün 4 saat sonra nikâh masasına oturacağım kişi, yani Hande.”

Bu kısacık öyküde Halil Yörükoğlu koskoca bir yaşamı hatta iki yaşamı anlatıyor satır aralarında. Haluk’un annesiyle ilişkisi öykünün temeli aslında. Müstakbel eşiyle annesi arasında Freud’u her zaman haklı çıkaran benzerlikler, anneyle ilişkinin en belirleyici öğesi babanın varlığı ya da yokluğu... Hepsi çok ölçülü bir dille ve tek bir sözcük bile fazladan kullanılmadan sezdirilmiş ki öykünün anlatmaktan çok sezdirdikleriyle önem kazandığı konusunda pek çoğumuz hemfikiriz.

Nikâha 29 gün 3 saat kala kılıçlar çekilmiş. Ortam o kadar gergin ki alınan nefesler bile havada duruyor sanki, Yörükoğlu olan biteni kısa cümlelerle aktarıyor ve bu yetiyor. İç ses olarak sadece Haluk’unkini duyuyoruz. Zaten diğer üç kadın onu pek de dinlemiyor. 

“İkinci sessizliği bozacak atağı sabırsızlıkla bekliyordum. Derken kayınvalidem hışımla sahneye çıktı. O da çayından bir yudum aldı. Eliyle masadaki boş simit poşetine dokunup, ‘Yalnız yaşaya yaşaya etrafınızdakileri düşünmez olmuşsunuz, Mürüvvet Hanım,’ dedi.”

Bu ataktan sonra üç kadının ego savaşının bir biçimde artık son bulacağını biz okurlar da Haluk kadar hissediyoruz ve hatta onun kadar korkuyoruz. Öykünün sonunda Mürüvvet Hanım’ın “Haydi oğlum gidiyoruz.” demesi kartların yeniden dağıtılacağına işaret. Yüklemdeki birinci çoğul şahıs eki ise kaderi tayin edecek nüans. Halil Yörükoğlu yine iyi bir öyküden beklediğimiz üzere her şeyi öğrendiğimiz bir finalle yolculamıyor bizi. 29 gün 2 saat sonra neler oldu, kim bilir?


Kaçmaya ramak kala

Haluk annesine karşı çıktıysa eğer, müstakbel eşiyle büyükşehirde beyaz yakalı olarak onu bekleyen hayat ise hemen bir sonraki öyküde yer alıyor. Bir Sonraki Durak Maslak, her öyküde varlığını sezdiren o mizahi dilin ardında yine kafamıza kafamıza vuran, bizi bu hayatta genç mahkumlar hâline getiren gerçeklerle yüzleştiriyor. Tıklım tıklım bir metrobüste işine giden isimsiz genç erkeğin anlatıcı olduğu bir öykü bu. “Beyaz gömleğimin hak ettiği yer tabii ki akıllı binadaki göt kadar odam ve masam. Masamın üzerinde karımın hediye ettiği kalemlik, ki son derece zevksiz bir şey, resmî izinleri işaretlediğim masa takvimi, saat ve modern ofis aksesuarları. Birbirine yakın duran ama değmeyen bir sürü nesne. Hepimiz gibi.”

Sabah saatlerinde metrobüsle yol alıp yanından geçen arabalara bakarken anlatıcının aklından geçenler, araba alabilecek parası varken o paraya dokunamaması, aynı karısı gibi kendisine karşı çıkan iç sesi, karısının söylenmeleri, çekip gitmek istemesi, tabii gidememesi ve daha pek çok şey doğal bir biçimde akıp gidiyor öyküde birer cümleyle... “Karıma, dokunmayalım dediğim paraya zihnimde herkesten gizlice dokunuyorum. Böyle yapınca azalmıyor nasıl olsa. Telefonumdan elimi çekiyorum. Metrobüsteyim. Kulağımın dibinde bir ses, ‘Arabayla git de gör ebeninkini süt oğlanı,’ diyor. Beyefendi, sabah ereksiyonunuzu lütfen başka tarafa, diyemem. Karım da öyle düşünüyor. Diyemediklerimin ezberi onda.”

Halil Yörükoğlu’nda beni en çok etkileyen şeylerden biri galiba kadınları çok iyi tanıyıp gözlemlemesi. Üç kız kardeşiz, bir de annem, yaşadığımız evde dört kadındık, tek erkek babamdı, sözde evin reisi oydu. Buradaki “sözde”nin ne demek olduğunu kadınları iyi tanıyanlar anlayacaktır. Her kız çocuğunun bir zaman sonra olageldiği gibi, şimdi galiba hepimiz annemiz olduk ve iktidar nasıl elde tutuluyor yaşayarak öğrendik. O nedenle bu iki öyküde de anlatıcıdan baskın olan kadınlara, dediklerine ya da demediklerine hayran oldum. Sanırım uzun zamandır kadınları bu kadar iyi anlatabilen bir erkek yazara rastlamamıştım.

İyice dellenip çikolata kokusunun peşinde metrobüsten inen anlatıcımız hep hayalini kurduğu gibi kaçabilecek mi? Buna biz kadınlar kahkahayla gülebiliriz. En fazla büfeye gidip çikolatasını alır işte. “Büfecinin uzattığı bozukluklar ütüsü bozulan pantolonumun sol cebinde, dokunmayalım dediğimiz paramız sağ cebinde duruyor. Evet paramız. Biz kocaman bir aileyiz ve her birimizin görevleri var. Karım söylemişti, indirim almayı unutma. Dıdıt.” Tek bir hareket, bir anımsayış ve kısacık bir cümleyle, anlatıcının tabii ki hiçbir yere kaçamayacağını o kadar iyi biliyoruz ki artık. O akbile ücret iadesi alması gerektiğini dahi karısının sözüyle hatırlayan biri. Ve çok tanıdık. Bunu tüm doğallıyla okuyabilmek, büyük laflar etmeye çalışmayan insanlarla karşılaşmak insana iyi geliyor.


Kaçış Rampası tüm öykülerde kaçma ihtimali bulunan, az da olsa bazen kaçabilmiş, hayatın bir biçimde köşeye sıkıştırdığı karakterleri anlatıyor. O nedenle kitabı okudukça adı da anlam kazanıyor. Halil Yörükoğlu’nun epey bir hayat tecrübesi olduğu öykülerden de anlaşılıyor ki yanılmadığımı söyleşilerini okuyunca anladım. Çokbilmişlik edeceğim belki ama daha önce taşra öyküleri okurken de aynı şeyi hissetmiştim, hayat tecrübesinin yaşla ilgisi yok, kentte, apartmanlarda yaşayıp, iyi bir eğitim alıp, iyi işlerde çalışıp, belli arkadaşlarla belli mekânlarda sosyalleşen insanların hayata değme olasılıkları çok az. Hayata değmeyen insanın yazdıklarında da ne bu doğallık oluyor ne de bu gözlem gücü. Bu değmeyi pek çok biçimde ele alabiliriz, politik olarak sokakta olmaktan tutun da yıllar boyu geçinebilmek adına insanlarla kaynaşması gereken işlerde çalışmaya kadar uzanan bir yol... Ama işte bahsettiğim ikinci öyküde de dediği gibi, kimsenin kimseye değmediği o ofislerde geçince yıllar, yazılanlar da gittikçe sayıklamalara benziyor.

Sade ve düzgün dili, doğallığı, bambaşka yaşamları anlatmasıyla iyi bir ilk kitap Kaçış Rampası. Güldüğüm çok yer oldu, gülebildiğim kitapları daha da seviyorum. Halil Yörükoğlu umarım bu gözlem gücünü, mizahi dilini ve hayata değmişliğini hiç kaybetmeden uzun yıllar yazar. 



Banu Yıldıran Genç


Kaçış Rampası, Halil Yörükoğlu, Sel Yayınları, Ekim 2020, 79 s.


* Bu yazı ilk olarak oggito.com'da yayımlanmıştır.

28 Aralık 2020 Pazartesi

Mavna

 

Oynayacak rollerden kaybolan rol modellere: Mavna

Edebiyat dünyasında çok canımı sıkan bir durum var ve nasıl çözebileceğimi de bilmiyorum. Genç yazarların ilk kitaplarını yayımlamayı kabul eden yayınevi bulmaları oldukça zor, hatta imkânsıza yakın, çoğunlukla oldukça küçük yayınevlerinden basılan ilk kitaplar bu nedenle gözden kaçıyor. Kitaplarla oldukça haşır neşir olmama rağmen Ozan Can Özübal’ın ilk iki kitabını kaçırmışım. Halbuki ilk romanı İtlaf  İdefiks sitesinin listesinde “2013’ün öne çıkan elli romanı” arasındaymış. Benim de eksiğim vardır tabii ama kitap eklerinin belli yayınevleri ve belli yazarlar arasında çıkıp durduğu, reklamın belli yayınevlerince yapılabildiği bu zamanda ne yapmak gerek bilemiyorum.

Neyse, geç olsun güç olmasın, Özübal’ın son romanı Mavna, Edebi Şeyler yayınevinden çıktı ve elime ulaştı. Ben de bu genç ve yetenekli yazarla tanışmış oldum. 

Mavna, önceleri adını bilmediğimiz bir anlatıcının ünlü kumpanya sahibi Fikret M’yi anlatmasıyla başlıyor. Fikret M’nin gerçek adının Adil Fikret Muvaffakiyetsiz olduğunu öğreniyoruz bir süre sonra. Burada Fikret Adil’e, Asmalımescit’e ve onun tiyatro günlerine bir gönderme var sanırım. Yoksa da ben aşırı yorum yapmış sayılabilirim.

Anlatıcı okura uzun uzun Fikret M’yi anlatıyor, böylelikle onun saçma bir biçimde Martin Luther King’in reenkarnasyonu olduğuna inandığını, hatta bununla ilgili Amerika’ya gidip sınırdışı edildiğini (bu çok komik bir hikâye), yazdığı kitapları, kitaplardan bazı bölümleri, tiyatroya ve oyunculuğa ve hatta insanlığa bakışını öğreniyoruz. Ve öğrendiklerimizden sonra söyleyebileceğimiz tek bir şey var: Fikret M dengesizin teki. 

Roman “Tak. Tak.” sesiyle açılıyor ki yazarın ustaca kurduğu yapı sayesinde cevaplanmayan soru kalmadığı için, bu sesin sebebini de kısa zamanda öğreneceğiz. “‘İnsanı çok seviyorum fakat insanlardan nefret ediyorum.’ Fikret M’nin sıkça tekrar ettiği cümle buydu.” diye başlayan romandaki bu oksimoron ifade aslında onun dengesizliği ve tutarsızlığıyla ilgili ilk ipucunu da veriyor okura.

Basında ve televizyonda haber oluşu bunun en net örneklerinden biri. “Tek başına yağmur altında ısınmaya çalışan bir mültecinin yanına oturup bütün gece şarkı söyleyerek, sokakta yaşayanlar hakkındaki önyargıları kırmak suretiyle, onun adına para kazanıp yardım etmesi, kırmızı logolu o berbat gazetede haber olmuştu. Televizyona çıkışı ise sokakta uyuyan mültecilerin üzerine çamaşır suyu döktüğü o menfur saldırı yüzünden olmuştu.” 


Ozan Can Özübal romanın açılışını Fikret M’yle yapıyor ama bolca üstkurmaca teknikleri kullanarak, okurla konuşarak, zamanda bazen sıçrayarak bambaşka bir yere doğru götürüyor olayları. Romanın tamamen Fikret M üzerine olduğunu, anlatıcının geri planda kalacağını düşünmeye başladığımız anlarda da ustalıkla anlatıcının konumunu değiştirip romanın ana karakterinin kim olacağını gösteriyor bize. “Bana arkamdan seslenildiğinde; Kara, diye bir ses çıkar ve açık kalmış ağızların ortasında pembe diller asılı kalır. Karayeli pek seven babamdan kalan tek miras bu isim, Aslında bir miktar para da kalabilirdi ama neden olamadığını anlatacağım sırası gelince. Zaman bu kadar kısıtlıyken, anlatacaklarımı sıraya dizmek yangında ayakkabı bağlamak kadar zor.”

Zaman bu kadar kısıtlı çünkü daha romanın başında öğrendiğimiz üzere garip bir olay sonrası Fikret M kayıplara karışmış, kumpanyasındaki oyuncular ise yardımcısı olan Kara’nın başına üşüşmüş durumdalar. Tek istedikleri kendilerine farklı farklı roller yazılması, hep bir şeyler yazılması, çünkü hayatlarını böyle geçirmeye alışmışlar, bunun için Kara’nın açmadığı kapının önünde “Tak, Tak” sürekli bekliyor, kapının altından paralar atıyor, bazen hiddetlenip tehditler savuruyorlar. Kara ise Fikret M’yle tanışmasından başlayıp bazen geriye, çocukluğuna dönerek kendini anlatmaya başlıyor. 

Bu ikili daha yeni tanışmışken Fikret M’nin Kara’ya sorduğu “Hâlâ o evde mi kalıyorsun?” sorusu kafamızı biraz karıştırsa da Kara hikâyesini o kadar güzel anlatıyor ki unutup gidiyoruz. Annesinin çekip gitmişliği, işe yaramaz ve hatta yaptığı iş dolayısıyla ömür boyu sürecek bir hayal kırıklığı olacak babası, kendi ailesini dolandıran dayısıyla yaşamak zorunda kalmışlığı, yine de işte o çocuk saflığıyla yaşarken çektiği sefaletin farkında olmamışlığı bizi derinden yaralıyor. “Bıkkın, duygusal ve hatta zaman zaman bu bedbaht sözler rahatsız edici olabilir. Kapının yumruklara daha fazla dayanamadığı ana kadar başımdan geçenleri anlatmayı bitirmiş olursam, aslında hiç de fena bir adam olmadığım anlaşılacaktır. Zaten bunları yazmaktaki tüm amacım bu; okuyanı kandırmak.” Anlatıcı istediği kadar postmodern oyunlar oynayarak okuru kandırmaya çalışsın, şu aşağıda alıntıladığım satırlarda çocukluğun, hatırlananların, acının anlatımı o kadar etkili ki bunların gerçek olmadığına inanacak okur bulmak biraz zor. Uzun zamandır okuduğum en etkili çocukluk anlatımı diyebilirim.

“Annemin kaybolduğu günü hatırlamak, Tak, Tak, ufukta kaybolan gemileri izlemek kadar hüzünlü. Elimdeki fırçayla, geçmişe ait tablomu düzeltiyorum, Vahit’in söylediği üzere, tek resmim var ve sürekli aynı resim üzerinde oynuyorum; çocuklu evlerin salonu gibi darmadağın bu resim. Yalan yanlış hatırladığım detayların üzerinden, kalın fırçamla özensiz şekilde geçiyorum. Eve dönüş yollarında, güneşten bunalıp üzerimdekileri başıma bağlayarak yürümeyi, diz kapaklarıma bakarken gölgeme yetişmeye çalışmayı, kızaran omzuma parmaklarımla bastırıp beyaz izlerini çıkarmayı, göbek deliğime düğmeymişçesine dokunmayı, annemin elinin içerisinde elimin terlemesini özlüyorum. (...) Belki de tek yapabileceğim budur; parçaları gözüme hoş geldiği şekliyle yerleştirip yeni bir anne resmi ortaya çıkarmak. Onun gidişine benim kadar üzülmenizi dilerdim. Bu, ancak onu tanımakla mümkün olurdu şüphesiz.”


Bu alıntıdaki Vahit’e gelecek olursak, Kara’nın yaşamında en az Fikret M kadar önemli ama çekip gittiği için annesinden sonra bir başka travma yaratan bir aile dostu diyebiliriz belki. Gideceği gece Kara sanki küçük bir çocuk değilmiş de kocaman bir adammış gibi ona uzun uzun neler hissettiğini anlatan, neden gittiğini açıklamaya çalışan bir dost. İlk başta önemsiz bir yardımcı karakter gibi okunurken kitabı ikinci kez okuyunca Ozan Can Özübal’ın kurduğu dünyanın tıkır tıkır işleyişi de Vahit’in yeri de çıkıyor ortaya aslında. Şu sözlerin önemi büyük: “Hayatım komediden çok, trajediye benziyor. Bu ayrımı neden yaptığımı uzun süre anlamaya çalıştım. Doğduğum günden beri bunu düşünürüm. İnsan birkaç kez ölebilir. Sonrasında ise kendisini doğurması gerekir.”

İşte kaybolan Fikret M’den Kara’ya, yok olan anneden keşke var olmasa dedirten babaya, üçkağıtçı dayıdan bilge Vahit’e kadar son derece tutarlı, taşrayı tanıyanlar için son derece gerçek, derinlikli karakterleriyle yaşayan bir dünya kurmuş Özübal. Bu incecik romanı bir kez daha okuyunca tüm taşlar yerine oturuyor. Öncesinde takıldığınız yerler varsa da önemli değil, hem Kara’nın dediği gibi: “Bu konu daha sonra kendiliğinden açıklığa kavuşacak, hiç telaşlanmayın. Bu tip detaylara takılmak hoş bir uğraş.”

Oyunlu, bulmacalı, didiklemeli, üst kurmacalı metinleri her zaman çok sevmişimdir, tabii iyi olmaları şartıyla. Ozan Can Özübal’ın Mavna’sı gerçekten üzerinde çalışılmış, kurduğu dünyanın hakkını veren, şaşırtmacasını tam dozunda tutan bir roman. Ayrıca uzun süredir kullanıldığını görmediğim ama dile renk katan pek çok sözcükle yeniden, hem de yerli yerinde karşılaşmak çok hoşuma gitti. Bu nedenle dil üzerine de çokça çabalamış diyebilirim. Umarım benim düştüğüm hataya düşmez ve Özübal’la bir an önce tanışırsınız.



Banu Yıldıran Genç


Ozan Can Özübal, Mavna, Edebi Şeyler Yayınevi, Eylül 2020, 104 s.


* Bu yazı Notos'un 83. sayısında yayımlanmıştır.

12 Aralık 2020 Cumartesi

Hodan

 

Sevgisiz çocukluktan, kovulan halklara... 

Memleket tarihi gibi bir roman


Geçtiğimiz yılın kasım ayında yayımlanan Hodan’ı yazmak için geç kaldığımı düşünerek, işaretlemeden, not almadan okumaya başladım. Biraz okuduktan sonra, hele yazımın sonlarına doğru bahsedeceğim ağlaya ağlaya okuduğum bölümü gördükten sonra, yazmam gerektiğini anladım. Bazen böyle olur, aslında en güzeli de budur. Kitap o yazıyı size zorla yazdırır.

Hodan bir bildungsroman sayılabilir. Hodan lakaplı Hasan’ın doğup büyüdüğü günden ellili yaşlarına dek geçirdiklerini, olgunlaşmasını, ince ince, derin bir biçimde okuyoruz. Sayılabilir dememin bir sebebi, Hodan’ın çocukluktan itibaren toplumla uyumlu olması. Yaşadığı hayal kırıklıklarını, acıları içine atıp hayatının iplerini hep başkasının eline vermesi Hodan’ı klasik oluşum romanlarının kahramanlarından bir nebze ayırıyor.

Terk Edilmiş Sofralar 1 alt başlığını taşıyan romanda Hodan’dan başka pek çok yaşama ve terk edilmiş sofraya tanıklık ediyoruz. Doğan Yarıcı’nın nereden ilerleyeceğini sanırım ikinci kitapla daha iyi anlayacağız. 

Roman, Hodan’ın çocukluğuyla başlıyor. Anadolu’nun dağlık bir köyünde annesi ve halasıyla yaşayan çocuk Hodan’ın hayalleri hep babasına dair. Kızıl Mustafa diye bilinen babası rüyalarında, gündüz düşlerinde, hayallerinde... 

“Kızılca’nın üzerinde, ılgar gidiyor. En sık gördüğü bu. Sağdan sola doğru dizemle sallanıyor. Gövdesi bir önde Hodan’ın, yüzüne koyu yeleler çarpıyor, gövdesi bir geride, sırtı dağa çarpıyor. Böyle Kızılca’nın üzerinde çığlıklar ata ata giderken doludizgin, sırtını vurduğu dağ Kızıldağ, babası Kızıl Mustafa. Yüzü yok, yüzü neden yok, babasının yüzü yok gözünde, bir türlü göremiyor. Babasının bacaklarının arasında sıkışmış, öne oturtulmuş da Kızılca’nın yelelerine yapışmış. Kızıl Mustafa vuruyor topuklarını hızlanıyorlar. Hodan öyle mutlu ki, anımsadığı tek mutluluk ânı bu, babasıyla ilgili.”

Hodan köyden çıkıp askere gidinceye dek mutluluk adına bu andan başka bir şey olmayacak hayatında... Hodan’ın hayallerinin tersine babası kızıl değil kara, kapkara bir adam: Deli Vezir. Kız kardeşinin sözüyle Hodan’ın anasını evden gönderip yine kardeşinin bulduğu başka kadınla hemen evlenen, köye döner dönmez Hodan’ı önce Kırıkdağ’daki hocanın yanına çırak, sonra kilometrelerce ötedeki Papakçı’nın yanına ırgat veren, babalığın b’sini yapmamış Deli Vezir. 

O Hodan ki kendisini okula yollayan, çocuklarıyla aynı sofraya oturtan, oda veren, bildiği her şeyi öğreten Papakçı’ya yanlışlıkla “baba” diye seslendiğinde, ağzından çıkanı duyduğu an utanan, havada kalmış “baba”nın titreşimiyle yıllarını geçiren bir kimsesiz.

Hodan’ın ömründe başka bir mutluluk ânı, babasını öldürdüğü an. Ama gerçek değil.

 “Yatakta uyurken başucuna kadar sokuldu. Ağılda koyunların arasından gölge gibi süzüldü. Kapı önünde baltayla odun kesişini bir süre izleyip usul usul yaklaştı. Haince, hep arkasından. Harman yerinde elinde yaba rüzgâra dururken, buğdaylar babasının ayakları dibine düşerken, samanlar Hodan’ın saçlarına savrulurken. Tüfeğinin kırığını sessizce dikledi, namluyu doğrulttu, horozu kaldırdı, kaç kere kaç kere. Üst üste vurdu onu başından göğsünden sırtından karnından ellerinden ve bacaklarından ve tam iki gözünden.”

Ritmi, tekrarları, noktalamasıyla romanın en etkili bölümlerinden biri olan bu öldürme hayali, bizi romanın asıl derdine getiriyor. Babalar ve oğulları. Büyüyüp erginleşmesi gereken oğullar, Tanrılaşması gereken kahramanlar. Hodan da Joseph Campbell’ın Kahramanın Sonsuz Yolculuğu’nda aktarılan adımları atıyor birer birer. Kendisine bir koruyucu bulur, maceralara atılır, sağ kalır ve erginleşmek için son olarak babayı öldürür.  Hodan’ın hayalinde öldürdüğü babası gerçekte de ölünce evine geri dönmek, neden istenmediğine dair gerçekleri öğrenmek kalıyor geriye. Sonrasında ise büyümeye son adım: Askerlik.


Romanın taşrada geçen ilk kısmının dili, anlatımıyla, İstanbul’da geçecek bölümlerin dili oldukça farklı. Doğan Yarıcı bunun üstünde epey çalışmış belli ki. Yukarıda alıntıladığım bölümlerde de görüldüğü gibi atlara, çiftçiliğe dair terimler metne ustalıkla yedirilmiş. Bazen noktalama kullanmadan sürgit okunan heyecanlı bölümler, bazense akışı kesip ritmi bozarak yavaşça yüreğe dokunan bölümler ince ince düşünülmüş. Bir sürgünden diğerine giderken yarı uyur yarı uyanık kabuslara karıştığı bölüm bu farklı dil kullanımının iyi bir örneği:


“Sefalar getirdin kara çocuk.

Baban.

Seni istemiyor mu?

Tanrın.

Da, bize geldin?

O.

Yücelerden yüce.

Seni.

Yanılttı mı?

Arafta mısın?

Aldandın.

Sıratta mısın?

Şaşırdın.

Da mı geldin?

Bu yolu.

Geçerken mi?

Doğruyu.

Bulacaksın?

Uzat dilini.

Tadımıza.

Bak!”

Kent romanlarına, öykülerine daha alışkın olsam, daha çok sevsem de edebiyatımızda pek çok eser birbirine benzemeye başlamışken Hodan’ın yaşamının ilk perdesindeki bu taşra bölümü, masalsı dili, kurduğu dünyası, iki yüzlü ama iyi insanlarıyla hoşuma gitti doğrusu.


Taşı toprağı altın İstanbul


Romanı hem tematik hem dilsel olarak, İstanbul öncesi ve İstanbul sonrası diye ele almak mümkün. Hodan, hiç bilmediği İstanbul’a tam da eski Türk filmlerinden tanık olduğumuz biçimde geliyor, Haydarpaşa’da trenden inip hemen yakındaki Selimiye kışlasında, yine herkesten ayrı, yabancı, garip duracağı askerliğine başlıyor. 

Romanın en önemli ve etkileyici bölümlerinden biri askerlikte yaşanıyor. “Terk edilmiş sofralar”ın artmasına sebep olacak o korkunç iki günün anlatımı aynen olması gerektiği gibi, ne romantize edilmiş ne de dramatize. Olaylara el koyan askerlere emirleri kâğıtla verecek üstteğmen Hodan’ı da yanına alır. Bir cipin içinde, elinde dosyalar, kâğıtlar, yaşanan vahşeti görecek, izleyecek ama hiçbir şey anlamayacak Hodan. “Kurban bayramı gibi, herkes mutlu, ortalık kan revan.” Sıraselviler, Tünel, Şişli, Galata, Dolapdere, Sirkeci ve Büyükdere derken iki gün iki gece uyumadan memleketini, insanlarını gerçek anlamda tanıdığı tarih, 6-7 Eylül 1955, Hodan için tek bir şey demek olacak: Utanç.

Romanın tekrar bu meşum tarihe bağlanması, askerliğini Ankara’da tamamlamış, bir hayal kırıklığı daha yaşamış Hodan’ın İstanbul’a dönüp aile bildiği tek kişiye kavuşmasından sonra oluyor. Kocası Papakçı’nın ortadan kaybolması sonrası, Kayaköy’ün boşaltılmasıyla göçe zorlanan Nazmiye kadın, terk edilmiş bir başka sofrayı simgeliyor. Yine de askerden daha da garipleşmiş gelen Hodan’ı kanatları altına alarak her şeye yeniden başlıyor.  

Şimdi yavaş yavaş romanı okurken hüngür hüngür ağladığım bölüme doğru yaklaşıyoruz. Çocuk yaşta Kırıkdağ’da ustasıyla yaşarken buğdayla, unla haşır neşir olmuş, dillerden düşmeyen börekler yapmayı öğrenmişti Hodan. Aslında mutluluğa en çok yanaştığı anlar da hamurla uğraştığı anlardı da mutluluk nedir bilemediğinden anlamıyordu pek. İşte biraz şans, biraz da hünerini göstermesiyle Kurtuluş’ta, o korkunç gecede paramparça vitrinini hatırladığı Stavro Pastanesi’nde çalışmaya başlayınca bu mutluluk anlarını yeniden yaşamaya başlıyor.


Romanda babamla karşılaşmak


Burada bir es veriyorum. Hodan’ı yaratan Doğan Yarıcı benim arkadaşım. Yıllarca aynı yerde kampçılık yaptık. Çocuklarımız beraber büyüdü. Ve ne gariptir ki baba mesleklerimizden dolayı edebiyattan çok börekçilik, pastacılık konuştuk. En son babamın büyük bir ameliyatı sonrası görüştük uzun uzun. Hep babamla ilgili bir kitap yapılması gerektiğini söylerdi Doğan. Son on yılda babamı gazetelere, televizyonlara çokça çıkardık, hakkında yazılar yazdım ama kitaba gelene kadar babam daha da büyük bir ameliyat daha geçirdi... Ardından karantinaydı, 65 yaş yasaklarıydı derken fikirler kendiliğinden rafa mı kalktı ne oldu bilmiyorum açıkçası. Sürgünün Ayıramadığı İki Dost: Yorgo ve Fehmi babamla ilgili yazdığım son yazı oldu.

İşte Hodan’ın Stavro Pastanesi günlerini öyle bir anlatmış ki Doğan Yarıcı, yıllardır konuştuğumuz şeyleri bir bir yazıya dökmüş sanki, tabii çok daha fazlasını araştırmış, kendini, damağını katmış, haldır haldır mutlulukla çalışmanın şevkini yuvarlana yuvarlana akıp giden sözcüklere aktarmış... Hani Hodan’ın yeni öğrendiği, alışmaya çalıştığı bu düzen tıpkı bizim Paskalya’larda maaile üç gün üç gece doğru düzgün uyumadan ama adrenalin sayesinde capcanlı ayakta durabildiğimiz zamana benzemiş.

“Bu işe ömrüm yetmeyecek diye düşündü. Dondurmasından drajesine, baklavasından kiraz şekerine her şeyi kendilerinin ürettiği bir pastaneydi Stavro. Karamela şekeriyse içlerinde en zoru. Şeklini hayal bile edemediği, adını söylemesi tadı kadar güzel, fakat akılda tutması bir o kadar zor nisuaz, trigona, adisebaba, patasu, kasato... Daha neler neler.”

Zaten düzenini, tarihini bildiğim bir işin bu kadar güzel, detaylı ve doğru anlatılmasından etkilenmiş, sayfalar arasında uçarken kalakaldım sonra bir anda:

“Tam yedi kez elden geçiriyordu, haftaları ayları gidiyordu şuncacık vişne likörlü çikolataya. Bu başka türlü yapılamaz mı? Yapılmaz! Senden başka yapmayı bilen var mı? Fehmi adında bir delikanlıdır. Bir tek o çocukta bu özen ve sabır var.”

Babamın adını, hem de hâlâ en ünlü olduğu çikolatasıyla yan yana görünce, yazının başında bahsettiğim şey oluverdi işte. Hüngür hüngür ağladım. Bu ince selam çakış, tarihiyle kültürüyle tam olması gereken yere bir roman karakteri olarak yerleşivermiş babam, Hodan’la hemen hemen aynı yaşta oluşları, aynı belaları yaşamışlıkları, yalnızlıkları, çocuk yaşta büyümek zorunda kalmışlıkları, birkaç senedir görmediğim Doğan’ı ve ailesini özlediğimi fark etmek... her şey ağlattı işte beni.

Her güzel şeyin sonu olduğu gibi Hodan’ın mutluluğu da Nazmiye anasının ona devlette iş bulmasıyla sona eriyor. Hayatının iplerini başkalarına bırakmaktan hiç vazgeçmeyen Hodan bir kez daha bambaşka yerlere sürükleniyor. Sonrasında severek evlendiği Sede’yle ziyaret ediyorlar Stavro Pastanesi’ni son kez çünkü 1974 yılında ellerinde bir bavulla ülkelerini terk etmek zorunda Rumlar. Öncesinde ‘70 darbesi, sonrasında ‘77 kanlı 1 Mayıs’ı, Hodan’ın tanıklık ettiklerinin sonu gelmiyor. Bu memlekette herhangi bir zamanda doğmuş herkes gibi...


Coğrafya kaderdir


Ve Hodan’ı romanın sonunda daha ellili yaşlarındayken, hastalıkla kuşatılmış bir dönemde, elinde fotoğraf albümüyle gördüğümüzde, tüm bu yaşanan travmatik olayları her fotoğrafla yeniden hatırlarken buluyoruz. İlk başta okurken fazla mı gelmiş bu kadar olay romana diye düşündüm açıkçası ama sonra bizim son yıllarda yaşadıklarımız geldi aklıma, vazgeçtim bu düşüncemden. Yine de bazı detaylar olmasa da olurmuş diyebilirim, Hodan’ın optalidon bağımlılığının, arkadaşı Abdullah’tan kopma sebebinin uzun uzun anlatılmasının, sonda fotoğraflara bakarken hatırlanan aile kavgalarının romana ve asıl çatışmaya pek de katkısı yok sanki. 

Yazım hem kişiselleşti hem fazlasıyla uzadı ama şunu eklemeden geçmeyeyim, Hodan’ın Kartal SSK’da çalışmaya başladığı zamanların saatli maarif takvminden alıntılanmış cümlelerle iç içe geçmiş bir teknikle anlatılması, romanın dil ve teknik açısından en iyi bölümlerinden biri. Tatavla neresi, Kartal neresi? Hodan nerede, hayalleri nerede? Bu tezat çok iyi işlenmiş.

Hodan’ın önce baba sonra anne travmasından dolayı hep bir eksikle geçen hayatını çektiği bir fotoğraf çok iyi özetliyor. Hatta albüme bakmaya başladığındaki ilk fotoğraf bu, Sede’nin yarım çıktığı bir fotoğraf: 

“İlkbahardı. Nevzat’ın verdiği Zenit makineyle, iyi anımsıyor, çektiği ilk fotoğraf bu. Beceremedi hiç, düzgün fotoğraflar çekemedi. Hepsi hayata baktığı gibi, tam ortalayamamış. Ya titrek, ya bir kenarından yakıcı ışık girmiş.” 

Bir insan kendi hayatını bundan daha iyi nasıl anlatır ki?

Hodan hem taşra hem kent romanı, hem politik hem bireysel. Doğan Yarıcı karakterini ilmek ilmek örmüş. Hodan’ın erginleşmeden olgunlaşmaya yaşadıkları, gördükleri, bildikleri derinlemesine araştırmanın, çalışmanın ürünü, bu her satırda belli oluyor. Ve asıl önemlisi aktarılanlar “bilgi” kokmuyor. 

İçinde babamın olduğu bir roman hakkında elbette nesnel olduğumu savunamam ama son dönemde okuduğum romanlar arasında içimi aydınlatan bir yere sahip oldu Hodan. Terk Edilmiş Sofralar’ın ikinci kitabını merakla bekliyorum.


                                                                                                                 Banu Yıldıran Genç

* Bu yazı Ekim 2020 tarihinde Parşömen Sanal Fanzin'de yayınlanmıştır.


22 Ekim 2020 Perşembe

Jean Stafford Toplu Öyküler 1

 

Yaşamın öyküye sızdığı anlar...

Tudem Yayınları’nın alt markası olan Delidolu Kitap sayesinde Amerikan öykücülüğünün önemli isimlerinden Jean Stafford’la biraz geç de olsa tanıştık. 1970 yılının Pulitzer Ödülü’nü almış Stafford’ın adı John Cheever, Flannery O’Connor gibi yazarlarla anılıyor. Pek çok türde eser vermesiyle ise bu yazarlardan ayrılıyor diyebiliriz. Kitabın kapağındaki Toplu Öyküleri-1 ibaresini görmekten çok memnun oldum çünkü Joyce Carol Oates’un yazdığı Sonsöz’de andığı öykülerin pek çoğu için diğer kitapları beklememiz gerekecek. En azından basılacağını biliyoruz.

Stafford, Yazarın Notu kısmında ailesi ve büyüdüğü Batı’dan, babasının ve kuzeninin yazdığı kitaplardan bahsediyor. İşin ilginç tarafı bu kitapların ikisini de okumamış olması, sanki bir mirası reddeder gibi. İlk fırsatta büyüdüğü yerden “sıvışıp” birçok yerde yaşadığını da ekliyor. Öykülerindeki insanların pek çoğu da öyle. Kitap iki bölüme ayrılmış ilk bölüm Gurbetteki Masumlar -ki aynı zamanda Mark Twain’in gezi yazılarını topladığı kitabın adıymış, Stafford büyük bir memnuniyetle bu isme el koyduğunu belirtiyor- Amerika’dan uzaktaki Amerikalıları anlatırken ikinci bölüm Bostonlılar ve Amerikan Sahnesinin Diğer Gösterileri Amerika’nın kendi içindeki göçebelerini ele alıyor.

İlk bölümün en etkileyici öyküsü Echo ve Nemesis yazarın da üniversite öğrenimini gördüğü Heidelberg’de geçiyor. “Sue Ledbetter ve Ramona Dunn haftada üç gün, öğleden sonraları gittikleri felsefe dersinde, sıradan bir rastlantı sonucu yan yana oturdukları için arkadaş oldular.” cümlesiyle etkileyici bir biçimde başlayan öykü daha ilk cümleyle Echo’yu da Nemesis’i de bize tanıtıyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan önceki son kışta tanışan bu iki Amerikalı öğrencinin öyküsü edebi olarak da psikolojik olarak da çok güçlü. Hatta duygusal yeme bozukluğuna dair okuduğum en iyi öykü diyebilirim. Ramona Dunn etkileyici bir obez karakter. Kasıntı, etimolojiyle ilgili, çirkin, uyumsuz ama çok pahalı kıyafetler giyen bir zengin çocuğu. Kimseyle ilgisi yokmuş ve umursamıyormuş gibi davranmasıyla da ayrıca dikkat çekici. “Daha yirmi bir yaşında, hayatının tüm savaşlarını vermiş ve ayakta kalmış gibi görünen, şimdi fildişi kulesinin sakinliğinin tadını çıkaran insanlardandı. Bu kadar tuhaf görünmeyi hiç umursamıyor gibiydi ve hırsla yanıp tutuşan, uyuşamamaktan bıkan Sue, onun bu kibirli soğukkanlılığına hayrandı.” 


Haftada bir yemek yemekle geçen bu arkadaşlığı duygusal boyuta sokan ilk olay restoranda Sol Majör Menuet çalması. Bale derslerini hatırlayan ve duygusallaşan Sue, Ramona’nın da aynı moda girmesine şaşırıyor. “Ah, bana bu minicik ezgiden daha nostaljik hissettiren bir şey bilmiyorum! Aklıma kardeşim Martha ölmeden önceki Valentine partilerini getiriyor.” Ölen kardeş Martha’nın anıları, erkek kardeşleri derken Ramona, Sue’yu sömestr tatili için İsviçre’ye davet ediyor, hatta kayak takımlarını, ayakkabılarını alıyor. Bu yakınlaştıkları dönemde Ramona’daki duygusal gelgitleri fark etmeye başlayan Sue, öykünün adındaki Echo’ya benzer bir biçimde Ramona’nın sadece yankısı olduğu bir dönem yaşıyor. Tabii Ramona’nın da niye Savaş Tanrıçası Nemesis olduğu öykünün sonunda anlaşılıyor. Öykü arkadaşlığın ilerlemesinden sonra gerilim kazanıp okurları Sue’nun tarafına alıyor ama tabii ki Joan Stafford bizi böyle bırakmayacak. Sonunda Ramona’nın geçmişiyle az da olsa yüzleşmesi ve yazarın son anda sezdirdiği cinsel tacizin ustalıkla havada bırakılması iyi öykünün o damakta kalan tadını veriyor. 

Ramona’nın duygusallaştığı bir an söylediği “Üzgünüm. Keyfim kaçtığında sakinleşmek için yemem gerekiyor. İğrencim! Bu kadar yediğim için kendimi öldürmeliyim.” cümlelerini ve sonda geçirdiği sinir krizini düşününce, Ağır Yaşamlar belgeselini izlemiş ve duygusal yeme bozukluğunun büyük oranda cinsel tacize bağlı olduğunu bilince, yazarın bu kadar erken bir dönemde böylesine usta bir psikolojik çözümleme yapmasına tekrar hayran kaldım diyebilirim.

Bir kitap hakkında yazarken yazarın hayatını ne derece bilmem gerektiği genellikle kafamı karıştırıyor. Jean Stafford’un öykülerini bitirip de Joyce Carol Oates’un Sonsöz’ünü okuduğumda bu kez yazarın hayatını bilmenin öyküler için önemli olduğunu gördüm ve uzun bir süre Stafford’u araştırıp tabii ki öyküleri yeniden okudum. Kitabın ikinci bölümündeki iki öykü yazarın kendi hayatından yola çıkılarak yazılmış ve her ikisi de oldukça etkileyici öyküler.

Taşrada Aşk Hikayesi beş yıldır evli olan May ve Daniel’ın zor bir hastalık süreci sonrası taşraya taşınmalarını konu alıyor. Buldukları müstakil evi, özellikle de avluda duran antika kızağı çok seviyorlar. Yazı ve sonbaharı taşra ve doğa manzarası izleye izleye geçiriyorlar ama kış geldiğinde Daniel’ın hastalanma korkusu yavaş yavaş evliliklerinin üzerinde kara bulut gibi dolaşmaya başlıyor. Bir yıl senatoryumda tedavi gördükten sonra doktorunun tavsiyesiyle üniversite hocalığını bırakıp temiz Kuzey havası almaya taşınması tavsiye edilen Daniel’a ve isteklerine göre kurulan hayat, yirmi yaş küçük karısı May’in sadece kocası için çabalaması ve tüm bunlara rağmen bazen içinden çıkılamayan tek taraflı kavgalar taşrada bambaşka bir aşk hikâyesi doğmasına neden oluyor. “Bütün gün, üç öğün yemek yapma, sonbahar sisinde biraz yürüyüş, kedileri sevme ve Daniel’ın çalışma odasından aşağı inip onunla konuşma dışında hiçbir şey yapmayan” May yalnızlığından ve sıkıntısından bahsettiği Daniel’dan şöyle bir cevap alıyor: “Sana bunları yaşattığım için özür dilerim, tatlım, ama hasta olmamın benim hatam olmadığını da kabul etmen lazım.” Hastalık kartı her oynandığında vicdan azabı duyan May özür dilediğinde ise “Çocuk gibi davranmayı bırak, May. Birbirimizi rahat bırakalım.” diye tersleniyor. Yapayalnız, anlayışsız ve bencil kocasıyla baş başa kalan May’in ruhunu kurtarabilmek için belki de son çaresi hayali bir sevgili yaratmak oluyor. Karısına psikolojik baskı yapan, onu neredeyse delirtip bir de bunun için suçlayan Daniel karakterine esin veren kişinin Joan Stafford’ın ilk kocası Robert Lowell olduğunu öğrendim. Lowell çok parlak bir şairken dengesiz davranışlarıyla Stafford’a hayatı cehenneme çevirmiş, duygusal ve fiziksel birçok yarayla bırakmış biri.

Kitabın son öyküsü İç Kale’de takside kaza geçirip haftalarca hastanede kalan, onlarca ameliyat geçiren Pansy Vanneman karakteri de yine yazarın kendi hayatından iz taşıyor. Lowell’ın kullandığı arabayla kaza geçiren, üstelik Lowell’a hiçbir şey olmadığı halde aylarca tedavi görmek durumunda kalan Stafford hastanede yaşadığı zorlu günleri içtenlikle bu öyküye çevirmiş. Öyküde taksi şoförü ölmüş, Pansy yaralanmış ama yaşadığı için sevinç göstermediğinden hemşireler ve doktorlar sürekli şükretmesini, taksi şoförünün yerinde kendisinin olabileceğini, yaşadığı için sevinmesi gerektiğini tekrarlayıp duruyorlar. Pansy ise sanki kendisini yukarıdan gözleyen bir karakter gibi. Uzak, duygularını göstermiyor, içinde yaşadığı fırtınalardan bahsetmiyor. Gelen ziyaretçisi yok, yapayalnız, pek konuşkan değil, hemşireler onu tepeden bakmakla suçluyor oysa Pansy yalnızca çok yorgun, belli ki pek çok şeyden dolayı, ama bunu öyküde öğrenemeyeceğiz. “Bazen hemşirelerin sorularına bile cevap vermiyordu; onlar alkolle sırtını ovup durmadan bir şeylerden bahsederken o, kilometrelerce ötedeymiş gibi onlardan uzaktı. Hemşire ve doktorlardan daha yüksek bir seviyede olduğunu düşünmüyordu, ama farklı bir seviyedeydi ve tam da bu zamanda, bu keşif ve alışma zamanında, kendini onlara tanıtacak kadar fazladan gücü yoktu.” Öykünün sonunda son bir burun ameliyatı için yarı uyuşturulan Pansy’nin iç kalesinde, beyninde yaşadıkları aslında onun sevgi ihtiyacının, arada tüm renkleriyle aklına gelen gençliğinin kendisi için nasıl acı verici olduğunu ve yalnızlığını betimler nitelikte.

Jean Stafford’un yaşadığı zorlukların öykülerine böylesine yansımış olması yazarın hayatının nerede durması gerektiğine dair aklımdaki tüm düşünceleri yine alt üst etti diyebilirim. Joyce Carol Oates, Sonsöz’de pek çok öyküyle yazarı ustaca tahlil ediyor. Kitapta andıklarımdan başka Genç Kız, Makul Bir Öneri, Sorumluluk Alıcıya Aittir ve Kanayan Kalpler adlı öyküleri sevdim. Umarım bu önemli yazarın diğer öykülerini de Delidolu Kitap’tan bir an önce okuruz. Çevirmen Gökçe Yavaş seçtiği sözcükler ve kurduğu cümlelerle bize bu yazarın inceliğini, kırılganlığını tam anlamıyla hissettirecek denli yetkin. Umarım Jean Stafford hak ettiği ilgiyi görür.



Banu Yıldıran Genç



Jean Stafford, Toplu Öyküler 1, Delidolu Kitap, Ekim 2019, 283 s.

* Bu yazı Notos'un 82. sayısında yayımlanmıştır.

Dorothy Parker - Tüm Öyküler

  Aşk Eski Bir Yalan Delidolu Kitap’ın son dönemde bizi tanıştırdığı öykü yazarlarını büyük bir zevkle okuyorum. Daha önce Notos’a ...