6 Şubat 2014 Perşembe

O Koku

Birbirinin aynası toplumlar
Bu topraklarda yedi yüz yıl hüküm sürmüş Divan edebiyatının asıl kaynakları lise yıllarımızdan da hatırladığımız üzere Arap ve Fars edebiyatı. Sonra nasıl olmuşsa olmuş cumhuriyetin kurulmasıyla beraber yüzümüzü öyle bir dönmüşüz ki Doğu'dan Batı'ya, Arap edebiyatı hakkında, geçirdiği değişimler hakkında hiçbir şey bilmez olmuşuz.
Bugün bile Arap Baharı sayesinde politikasıyla daha çok ilgilenir olduğumuz Mısır'da edebiyat adına Necip Mahfuz dışında sayabileceğimiz kaç isim var? Oysa yüzümüzü çevirdiğimiz Batı'dan çok daha fazla benziyoruz birbirimize; geleneksel edebiyatın yok olması, yeni kavramlar, algıdaki muhafazakârlık her iki ülke edebiyatının da son yüz yılının özeti. Siyasete gelirsek, yıkılan imparatorluklar, krallıklar, bir türlü gelemeyen demokrasi, umutların bağlandığı liderlerin üç beş yıl içinde özlerine dönüp faşizanlaşması gibi benzerliklerden söz edebiliriz.
İşte bu gibi nedenlerle Sunullah İbrahim'in O Koku adlı novellası anlattıklarıyla Türkiyeli okurları bayağı etkileyebilecek nitelikte.

Neredeyse yirmi yıl arayla yazılan iki önsözde Sunullah İbrahim kitabıyla ilgili samimi açıklamalarda bulunuyor, anlatıcının kendisi sanılmasının yaşamı boyunca verdiği rahatsızlıklardan bahsettikten sonra ekliyor: “Çünkü roman, doğru bile söylese, büyük bir yalancıdır!”
Sunullah İbrahim'in yaşamı metni anlamak için önemli, o nedenle kısaca bahsetmek gerekirse; büyük umutlarla iktidara gelen Nasır'ın ayağının tozuyla hapse attırdığı solculardan biridir İbrahim. Beş yıl yattığı hapisten çıktığında aynen novella'sındaki anlatıcı gibi gün batımından doğumuna kadar evde kalması gereken bir kontrol altındadır. Bu koşullarda yazdığı eser, sert ve gerçekçi olur. O Koku yayımlanır yayımlanmaz yasaklanır, birkaç kere sansürlenerek basılır ama orijinal haliyle gün ışığına çıkması yirmi yılı bulur. İşte bu tarihten sonra roman birçok dile çevrilir ve Coetzee'ye “O Koku, Mısır edebiyatında bir mihenk taşıdır.” dedirten süreç başlar.
Sunullah İbrahim yine önsözde o dönem için bir manifesto niteliği taşıyan şu sözleri söyleyerek Arap edebiyatı geleneğini nasıl reddettiğini açıklar:
Sokakları bok götürüyorken, kanalizasyonun pis suları her yeri kaplamışken, herkes pis kokuları kokluyor ve bundan şikâyet ediyorken, niye biz yazdığımız zaman, sadece ve sadece çiçeklerin güzelliğinden ve ne harika koktuklarından söz etmek zorunda kalalım?”
Elli sayfalık bu eser gerek içeriğiyle gerekse anlatım biçimiyle oldukça minimalist sayılır. Anlatıcının hapisten çıktığında gidecek yerinin olmamasının yarattığı sıkıntıyla başlayan öykü, gidecek yer bulamayıp nezarethanede sabahlamasıyla devam ediyor. Okuru çarpan ilk gerçeklik bu gecede anlatılıyor. Tahtakurularıyla dolu nezarette sabahlarken öldürülürcesine dövülen bir deli adamdan başka, üstüne atılan bir battaniyenin altında herkesin gözü önünde sırayla birlikte olunan güzel bir oğlandan bahseder. Bu yaşananlar kimseye garip gelmemekte ve doğal karşılanmaktadır. Anlatıcı da gördüklerini hiçbir yorum katmadan okura aktarır.
Kardeşinin tuttuğu bir eve yerleşir, herkes akşamları sinemaya, gezmeye giderken, anlatıcı güneş batarken koştura koştura eve gider, genellikle tavanı seyrederek, sigara içerek geçirir gecelerini. Yazmak ister yazamaz, okumak ister okuyamaz. Tüm bunlar kısa cümlelerle keskin bir biçimde dile getirilir. Anlatıcının ruhsal durumundan, neler hissettiğinden kesinlikle bahsedilmez. Geri dönüşlerle geçmişe ait bazı anılar canlanır, ilişkilerden bahsedilir ama bu flash-back'ler de keskin bir biçimde sonlandırılır.

Bedensel ayrıntılar o güne kadar alışık olunmayan bir açıklıkta anlatılır, gaz çıkarmak, masturbasyon, meninin yerde bıraktığı iz gibi detaylar kitabın yirmi yıl yasaklanmasındeki başlıca etkenlerdendir.
Nasır'ın baskısı her yerde hissedilmektedir. 12 Eylül Türkiye'sine çok benzer bir biçimde insanlar politika dışında her şeyden konuşmaktadırlar, düğünler, alınacak eşyalar, popüler yıldızlar en önemli konulardır. Bir gün anlatıcı Yemen'den dönen askerlerle dolu bir trenle karşılaşır. Yolcular askerlere bile umursamaz gözlerle, donuk bir biçimde bakarlar. Yollarda üstü örtülü cesetler vardır. Şehirde sürekli kanalizasyonlar taşmakta, bütün şehir kokmakta ama bunun bile lafını doğru düzgün kimse etmememektedir. Bu koku simgesi gerçekten bütün toplumu kaplayan kirlilik mi yoksa anlatıcının burnundan gitmeyen bir koku mu tam anlaşılmaz.
Birçok akraba ziyaret edilir ve onlarla ilgili detaylar anlatılır ki bence Batılı bir okuru kitapla ilgili en çok bu kısım zorlayabilir. Yazar, yardımsever, aile bağları kuvvetli Doğu toplumu mitini yerle bir eder, akrabalar sevgiden çok faydacılık esasıyla hareket ederler, ensest oldukça yaygındır, kadınların tek kurtuluşu evlilik olarak görülür. İslamiyet'te ve Doğu toplumlarında kadının asıl varlık sebebi olarak görülen “analık” sembolü bile romanın sonunda bambaşka bir biçimde ele alınır. Sunullah İbrahim, novella'nın sonunda anlatıcıya sordurduğu “Annem tam olarak ne zaman öldü?” sorusuyla Albert Camus'nün Yabancı'sının ne denli evrensel olduğunu kanıtlıyor belki de.
O Koku'nun savruk bir dili ve anlatımı var, yazarın önsözde de bahsettiği bu savrukluk ve metnin yabancılaştırıcı etkisi Rahmi Er'in çevirisinde başarılı bir biçimde hissettirilmiş. Geçtiğimiz senenin “en iyi çıkış yapan” yayınevlerinden biri olan Jaguar Kitap, seçtiği romanlarla, iyi çevirileri ve çarpıcı kapaklarıyla okurları mutlu etmeye devam ediyor.

Banu Yıldıran Genç
Sunullah İbrahim, O Koku, çev: Rahmi Er, Jaguar Kitap, 79 s.
* Bu yazı Notos'un 44. sayısında yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Dorothy Parker - Tüm Öyküler

  Aşk Eski Bir Yalan Delidolu Kitap’ın son dönemde bizi tanıştırdığı öykü yazarlarını büyük bir zevkle okuyorum. Daha önce Notos’a ...