7 Nisan 2015 Salı

Ara Tonlar

Ölmüş bildiğiniz bir gün çıkıp gelirse...
Romanın politikliği, yazarın toplumsal bir meseleyi nasıl işlemesi gerektiği edebiyatta hâlâ tartışılan bir konu. Kendi adıma, herkesin sessizliğe büründüğü, iktidarın tam da istediği gibi “apolitik” gençler yetiştirdiği bir dönemde, özellikle '70 ve '80'lerde yaşananları anlatan politik romanlar kimliğimi bulmamı sağlamıştı, var olsunlar diyebilirim. Bugün biliyorum ki tartışılan aslında dilin, biçemin anlatılan hikâyenin neresinde durması gerektiği. Geçtiğimiz ay yayımlanan Ara Tonlar, dil ve biçemin tam da nasıl olması gerektiğini örnekleyen bir roman. Ayşegül Devecioğlu derdini, hikâyesini, kendi kurduğu ustalıklı dille, insanı merkeze alarak anlatan bir yazar. Önceki romanları Kuş Diline Öykünen ve Ağlayan Dağ Susan Nehir'den sonra bir kez daha '80'lerde yaşananları arka plana alarak insana dair duyguları didikliyor.
Üniversite yıllarında örgütlü mücadelenin içinde var olmuş, sonrasında gözaltılar, kayıplar, ölümlerle yüzleşmiş bir arkadaş grubunun, yirmi yıldır ölü bildikleri Demir'in bir anda çıkıp gelmesiyle yaşadıkları anlatılıyor kısaca. Ayşegül Demircioğlu okuru bu arkadaşlardan yola çıkarak birçok kavramla yüzleştiriyor.
Romanın merkezinde adını bilmediğimiz ama en ince duygularını, en gizli sırlarını öğreneceğimiz kadın kahramanı var. 80'leri gözaltı ve işkenceyle atlatabilmiş, tutuklanmamış, sonrasında yayıncılık sektöründe çalışmış, geçmişiyle hesaplaşmalarını anbean yaşayacağımız ve yanında durmaktan gurur duyacağımız bir kadın.
Her biri bir tarafa savrulmuş, eski inançlarından ödün vermiş, eleştirdikleri gibi “burjuva” olmuş bir arkadaş topluluğu. Evlenmemiş, hayatta arkadaşları gibi yırtamamış, geçmişini unutamamış kahramanın artık bir araya gelmekten çok da hoşlanmadığı bu topluluk, Demir'in gelmesiyle geç kalınmış yirmi yıllık hesaplaşmalara başlar.
Devecioğlu'nun o döneme dair anlattıkları ne abartılarak romantize edilmiş ne de üstten bakarak hor görülmüş. Darbe dönemlerine ait anlatılar bu iki yargıdan biriyle yola çıkıldığı için gerçekliğin ötesine savrulmuş hissi verir genellikle. Oysa Ara Tonlar'da üniversiteye babasının arabasıyla getirip bıraktığı ilk günden itibaren burjuva diye burun kıvrılmış bir kadının duyguları, örgütlendikleri gecekondu mahallesindeki evinin bahçesinde beslediği kedi yavrusunu öldüren mahalle çocuklarının hoyratlığı, mahallede yoldaş bildiği evli barklı bir adamın tacizkâr bakışlarını yok sayması çünkü örgütün buna inanmayacağı gerçeği var. Yazar iyiyle kötü gibi zıtlıkların, siyahla beyaz gibi ana renklerin dışında yol alıyor usul usul.
Tüm bunlar romanın ustaca belirlenmiş kurgusunda bazen geri dönüşlerle veriliyor. Yazar üçüncü kişili anlatımı tercih etmiş ki Tanrı anlatıcı herkesin ne düşündüğünü, hissettiğini bilen bir anlatıcı demektir fakat bu romanda anlatıcı sadece adını bilmediğimiz kahramanın her şeyini biliyor, yaşananlar, gelişmeler, konuşulanlar hep onun aracılığıyla aktarılıyor. Ayşegül Devecioğlu bunu “ben anlatıcı” kullanmayı tercih etmeden, oldukça başarılı bir biçimde kotarabilmiş. Yazarın bu tekniği kullanım ustalığı özellikle Demir'in anlattığı bir hikâyenin ana karakter tarafından miş'li geçmiş zamanla tekrarlandığı bölümde belli oluyor. Başkasından duyulanın bire bir aktarıldığı bu bölüm romanın dilinin de ne denli önemli olduğunu okura hatırlatır nitelikte:
“Oğlanı oradan çıkarıp daha güvenli bir yere götürmek istiyormuş, onu kucaklamış, babayiğit bir oğlanmış, çalılıklara doğru biraz taşımış, ama oğlan beş-altı metre bile gitmeden ölmüş. 'Ay anacığım,' demiş ölürken, tüy gibi hafifmiş, halbuki ölüler için ağır olur derlermiş, ama oğlan ağırlığı yokmuş gibi düşüvermiş kollarından.”
Ansızın geri dönen Demir'in anlattıklarında '90'lı yılları bir kabus gibi anımsamamıza neden olan vahşeti bire bir yaşarız. Demir'i yaralandıktan sonra iyileştiren Kürt nine ve torununun başına gelenler, belki de romanı okurken ağzımızda kalan en kekre tat...
Yazarın başarısı romanın kurgusunu bu acı dolu anılara dayamaması, “Biz her şeyin diyetini ödedik; işkenceyse işkence, hapishaneyse hapishane.” diyen ve önüne bakan karakterlerle kurulmuş bir roman. Demir'in gelmesi gruptakileri sarsıp kendileriyle hesaplaşmalarına yol açsa da önünde sonunda seçtikleri yolda ilerlemeye devam edeceklerdir.
Roman birbirinden pek de hoşlanmayan kahramanla Serpil'in buluşmasıyla açılıyor, yine onların buluşmalarıyla kapanıyor. Romanın döngüsünü tamamladığı bu son buluşma, aynı zamanda kitaba adını veren bölüm. Uzun yıllar süren arkadaşlıklarına rağmen bir türlü yakın olamamış bu iki kadın, bu bölümde yaşamlarının en samimi konuşmalarından birini yaparlar. Demir'in gelmesi en azından biri için doğru bir hesaplaşmaya yol açmıştır.
Ayşegül Devecioğlu Beyoğlu'ndaki dilsiz kadın dilenci gibi tanıdık kişilerle karşılaştırıyor okuru, bol bol filmlerden, müzikten bahsediyor. Bazen Woody Allen'ı, bazen Joan Fontaine'i, bazen Tom Waits'i anımsatıyor bir detaydan bahsederken. Ama özellikle kitabın adının çağrıştırdığını, hiç unutturmuyor. Her bölümde, betimlemelerde, benzetmelerde mutlaka renklere yer veriyor, genellikle de ana renklere değil ara tonlara, Serpil'in şu dediklerine karşı çıkarcasına:
“...biz devrimin neferleriydik, ölüm her an etrafımızdaydı, belki bu yüzden sert ve ciddi renkleri yakıştırıyorduk kendimize; lacivert, kahverengi, siyah, gri. Aslında sonraları sık sık ana renklere tutkun olduğumuzu düşündüm, ara tonlar kayboluyordu çünkü. Devrimden yana olanlar, devrime karşı olanlar, proleter devrimciler, burjuvalar, arada bir şey yok.”
Ara Tonlar, Türkçe edebiyatta usta işi ve iyi bir roman okumak isteyenler için, gözden kaçmamalı.

Banu Yıldıran Genç

Ara Tonlar

Ayşegül Devecioğlu, Metis Yayınları, Şubat 2015, 200 s.

5 Nisan 2015 Pazar

Aksi Gibi

Detaylardaki dünya
Bu senenin hoş sürprizlerinden biri oldu Pınar Öğünç'ün öykü kitabı Aksi Gibi. Köşe yazılarında, yaptığı röportajlarda hep “öykünün” o gizli varlığı hissediliyordu aslında, hiçbir zaman kurgusuz, kuru kuru bir yazı yazmadı Öğünç. Yazılarının da kahramanları, olay örgüsü vardı.
Toplam on dokuz öyküden oluşuyor Aksi Gibi. Kapağındaki kibrit kutusunun anımsattığı gibi bir kibrit yakımı zamanda okunuyor öyküler, tertemiz bir dille akıp gidiyor. Öyküler bittiğinde ise bize son sayfada resmedilmiş, o son yanmış kibrit kalıyor.
Öykülerin birkaçı hariç çoğu kısa, 2-3 sayfa süren anlatılar. Ben de kitapta kısa olanları uzun olanlara yeğlediğimi söyleyebilirim. Pınar Öğünç'ün öykülerinin en parlak kısmı “ayrıntılar”, günlük hayatta bakıp da görmediğimiz, aklımıza bile gelmeyen öyle ayrıntılar yakalamış ki okur olarak ıskaladıklarımıza hem şaşırıyor, hem de utanıyoruz.
Hayvan Kaynakları uzun bir süredir sokaklarda rastladığımız onar onar gezdirilen köpekleri de konu edinen bir öykü. Beyaz yakalı ve işten kaytaran bir insan kaynakları çalışanıyla köpek gezdiricisinin şaşkınlıklarla ilerleyen doğal muhabbeti, ayrıntıları da önüne katarak ilerliyor. Gezdirilmeye vakit olmadığı halde alınan köpekler, gezdirilmekten çok “sıçırtmak” üzerine bir iş, muhabbete eklenen kırmızı biralar derken öylece başlayıp biten bir öykü. Köpekleri çözüp giden adamın görüntüsü öykünün en dikkat çeken cümlesi: “Dev bir ahtapotun yüzüşü gibi ilerleyip sola döndüklerinde sekizi birden yok oldu.” Bu benzetmeyi okuduğumda sokakta o köpekleri gördüğümde bir türlü aklıma gelmeyen ama tam da aklımdakini betimleyen cümle olduğunu fark ettim. Öğünç ayrıntılarla hep dilimizin ucundakini, gözümüzün önündekini anımsatıyor aslında bize.
I love you Şermin öyküsündeki yol kenarında ev işi salça, domates satan genci aşağılayan, hiçbir şeye güvenmeyen yeni moda organik kentlilerden mi istersiniz? Yoksa Soğuk ama girince alışıyor insan öyküsündeki üstten bakmayayım, eşit olayım köylülerle deyip kazıklanan ve kazıklandığını kendine bile itiraf edemeyen yorgun demokrat kentlilerden mi? Apartmanda medeni medeni yaşarken hiç komşularınıza tehdit mektubu döşeyecek duruma geldiniz mi mesela? Pınar Öğünç o kadar iyi tanıyor ki memleket insanını, bir başarısı da hemen her öyküde kendimizden bir şeyler bulmamız.
Son yıllarda daha sık rastladığımız hakkını arayan insana topluca saldırma ânlarından birini öyküleyen Köşkteki Kumanda bu ânı ve sonrasını dikkatle resmediyor. “Büyük ve uzun süreli gürültüler aniden çekildiğinde bir mekân da açar, sesin eksikliğiyle bıraktığı boşluk etrafınızı sarar, içine yuvarlanarak girebilirsiniz. Öyle oldu. Herkes durduğu yerde düşünen haline döndü. Bacaklar titremeye, sağ yanak içleri dişlenmeye, gözler boşlukta kırpışmaya başladı.” Kavga hâli bitmiş, bağıranlar susmuştur, her zaman olduğu üzere yolculuk bittiğinde her şey unutulacak, günlük sorunlarına dönecektir herkes. Öykü türünün en değerli varlığı bu ânı anlatabilmek belki de, romandan farklı olarak.
Pınar Öğünç kaçıp giden sağ göz, mantı yerken patlayan apandist gibi organları da öykü kişisi olarak seçiyor kendine. Eşyalara hak ettiği ilgiyi göstererek yıllardır durup duran bir çalışma masasından, sokak kenarına öylece konuvermiş eski dergilerden, evin kadınına âşık bir sokak kapısından öykü kuruyor. Bir yandan absürte göz kırparken gerçekleri de unutmuyor.
Sokak Kasları öyküsünde sokaklara konduruluvermiş spor aletleri ve onları kullanan kadınlar anlatılıyor. Kocasından izin alıp gelen, eşofmanla gelmesi yasak olduğu için üstüne pardösü giyen, önce üç beş kişiyken bayağı bayağı bir kadınlar topluluğuna dönüşen bir grup. Havada uçuşan yemek tarifleri, püf noktaları, kaynana dedikoduları arasında kurulan sıcacık bir dostluğu anlatıyor Öğünç, öykünün sonu aynı zamanda tepe noktasını oluşturuyor. Bilinçsizce, kendiliğinden doğan bir “kızkardeşlik” nasıl olur, görüyoruz. Öyküde kadınların kurduğu dostluk anlatılırken bir paragrafta aynı yere pazar günü gelen erkeklerden bahsediliyor, yine detaylarla bezeli bir biçimde tek izin günü olan işçilerden, cep telefonlarından dinledikleri Ahmet Kaya şarkılarından bahsediliyor. Bu paragraf ve buradaki detaylar -her ne kadar yine iyi gözlemlenmiş de olsa- öykünün doğal akışını bozuyor, öyküye hiçbir katkısı olmayan bu gibi ayrıntılara bazen fazlasıyla kaptırıyor kendini Pınar Öğünç. Özellikle uzun öykülerde bu duruma daha sık rastlanıyor.
Yine de bir ilk kitap için oldukça başarılı, iyi öykü okumanın verdiği o hazzı sıkça tattıran, düzgün Türkçesi, yalpalamayan cümleleriyle insanı mutlu eden bir kitap Aksi Gibi.

Banu Yıldıran Genç
Pınar Öğünç, Aksi Gibi, İletişim Yayınları, 120 s.
* Bu yazı Notos'un 51. sayısında yayımlanmıştır.


Dorothy Parker - Tüm Öyküler

  Aşk Eski Bir Yalan Delidolu Kitap’ın son dönemde bizi tanıştırdığı öykü yazarlarını büyük bir zevkle okuyorum. Daha önce Notos’a ...