30 Kasım 2015 Pazartesi

En Çok Onu Sevdim

Yıkılan evler, atılan eşyalar...
Ne zamandır beklediğim bir şeydi büyük şehirlerde yaşamımızı cehennem azabına çeviren “kentsel dönüşüm” hakkında bir şeyler okumak. Neyse ki bir yazar, hem de mimar olan bir yazar bu ruhsuz dönüşümü kurgunun merkezine alan bir roman yazdı da, yalnız olmadığımı hissettim. Gamze Güller iki öykü kitabından sonra ilk romanı En Çok Onu Sevdim'de günlük rutinlerimizde kaybettiğimiz ince duygularla okurun kalbine giden yolu kolayca bulabiliyor.
İncecik bir kitap En Çok Onu Sevdim. Uzun zamandır birlikte olan Asuman ve Mete'nin süper lüks bir siteden alacakları daireyi görmeyi gitmesiyle başlayan romanda, site – apartman – mahalle gibi kavramların sorgulanacağını Asuman'ın düşündükleri aracılığıyla hemen hissedebiliyor okur.
Asuman bütün korkunçlukları, çirkinlikleri, kiri pasağıyla bu evi kirletmeye gelmiş gibi hissetti kendini. Yalnızca fotoğrafı çekilmesi için tasarlanmış, insanı dışlayan, dekor bir ev. Bu evin onun hikâyesine ihtiyacı yoktu. Tam tersine onu dışarıda tutmak için kapı dışına itmeye çalışıyordu.”
Asuman ve Mete'nin süper lüks dairenin teslim tarihini beklerken iki kira ödememek için Ankara'nın eski mahallelerinden birinde bütçelerine uygun geçici bir ev kiralaması, romanın belkemiğini oluşturuyor diyebiliriz. Gömme dolaplarıyla, parkeleriyle, topuzlu kapı kolları, vitraylı camlarıyla 1950'lerden kalma seçkin evlerden biridir bu. Geçen zamana karşı koyamamış, yenilenememiş, eski ve köhne bir hâl almıştır. Asuman daha görür görmez çarpıldığı bu daireyi sahiplenir. Öyle ki roman iki koldan ilerler: Asuman'ın “ev”le arasında her geçen gün büyüyen uyum, Asuman'ın Mete'yle arasında her geçen gün büyüyen uçurum.
Asuman, evi sevdikçe ev de onu sever, Mete ise eskilikten, köhnelikten şikâyet ettikçe evde terslikler yaşar. Tanrı anlatıcı her şeyi Asuman'ın gözünden anlattığı için hızla ilerleyen olaylarda hep onun tarafında olur okur. Mete ne kadar da bencil bir “yuppi” olmuştur böyle, Asuman'ı neden kimse anlamaz, eski ve güzel nesnelere değer veren kalmamış mıdır, gibi sorularla ilerleyen okur, Asuman'ın yaşamının hızla savruluşuna tanıklık etmektedir.
Evde hiç kapı yoktu neredeyse. Hepsi çıkarılmış, ahşap kemerli kasalarla çerçevelenmişti. Odalar birbirinin içine akıyordu. Bu akışkanlığı seviyordu Asuman. Durduğu her yerde, evin geri kalanını da hissedebiliyordu. Bütün odalar birbirinin parçasıydı. Zemin kaplaması kesintiye uğramadan sürüyordu ayaklarının altında. Evin tam kalbinde durduğunda oraya ait hissediyordu kendini. Odalardan biri, o evin çıkarılamaz, değiştirilemez parçası gibiydi.”
Gamze Güller belli ki mimarlığının da kendisine kattığı detaycı gözlemleri ve ince duyarlığı sayesinde okuru da Asuman'la beraber bu eski evin hayranı durumuna getirecek denli usta bir anlatıcı. Çiftin kopuşunu usul usul ama şüpheye yer bırakmayacak biçimde aktarıyor. Asuman'ın ruhunda kopan fırtınaları, ilişkisinin geldiği durumun verdiği acıyı teselli edecek tek şey durumuna geldiğinde “ev”, okur aslında yaşanan sürecin çok da mantıklı olmadığını idrak etmeye başlıyor. Anlatıcının tamamen Asuman'ın tarafında olduğu roman sonlara doğru okuru ters köşeye yatırarak nesnel bir bakışa yöneliyor. Ve o zaman okur Asuman'ın ne zaman bu kadar değiştiğini, ilişkinin başında Mete'de ne bulduğunu sormaya başlıyor kendine.
Bana biraz da rahmetli Cahide Birgül'ü anımsatan bir biçimde sürprizli bir kurguya sahip En Çok Onu Sevdim. Gamze Güller bu kurguya Asuman'ın duygularını da, eski bir evin yaşanmışlığını da, bir kentin değişmemesi gereken dokusunu da ustaca yerleştirmiş. Bazı terimlerde yazarın mesleği fazlaca hissedilse de bu okuru çok rahatsız etmiyor.
İçeri girerlerken Bayram'ın sindiği ağacın arkasından onlara baktığını biliyordu. Ve birkaç gün sonra, alttaki dairelerden birine buradan tırmanarak hırsız girdiği için erik ağacını kesmekten beter edip budayacaklarını.” Doğrusal bir zaman akışına sahip romanda bunun kesildiği tek yer bu alıntıda anlatıcının önceden ağacın kesileceğini bildirdiği yer. Romanın kurgusunda ve anlatıcının tavrında bu geçişe pek de gerek yokmuş denebilir, çünkü ağacın kesilmesinden olay ânı geldiğinde de bahsediliyor.
Romanda mekân-insan ilişkisinden başka birbirine karşı açık olamayan iki sevgilinin ilişkisi, mecburiyetten yapılan iş arkadaşlığı, apartmanlarda yeni ve kiracı olanla eski ve ev sahibi olanın gergin komşuluğu, emekli asker tadındaki yöneticilerle her fırsatta aşağılanan kapıcıların alt-üst ilişkisi gibi yaşama dair birçok ilişki okurun gözleri önüne serilmekte. Yazarın çok fazla anlatmadan, birkaç detayla, birkaç sözcükle bu ilişkileri betimlemesi öykücülükten geldiğinin en güzel kanıtlarından biri.
Zevkle okunan, eşyalara bir başka gözle bakmayı sağlayan, akıcı dili, farklı kurgusuyla okunmaya değecek bir roman En Çok Onu Sevdim.

Banu Yıldıran Genç


Gamze Güller, En Çok Onu Sevdim, İletişim Yayınları, 131 s.
* Bu yazı Notos'un 55. sayısında yayımlanmıştır.

5 Kasım 2015 Perşembe

Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz

Yıllar sonra gelen bir ilk roman
Semih Gümüş'ün romanını “yeni çıkanlar” listesinde gördüğümde birçok okur gibi ben de şaşırdım. Tabii ki hemen okudum. Bugüne dek, tanıdığım bir yazarın kitabı hakkında yazmadığım için bu yazıyı yazsam mı yazmasam mı emin değildim, ya beğenmezsem, objektif olamazsam diyordum... Neyse ki romanın daha ortalarında bu kuşkularım uçtu gitti, Semih Gümüş tanıdığım Semih Abi olmaktan çıkıp yepyeni bir yazar oldu benim için.
Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz, iki yönüyle farklı bir roman. Öncelikle, doğanın bu denli anlatının içinde yer alması, çok de alışık olduğumuz bir şey değil. Yaşadığı zor yılı ardında bırakmak için evini, karısını terk edip bir Ege kasabasına giden Sinan'ın hikâyesi anlatılan, bu hikâyenin en önemli kahramanlarından biri de her şeyiyle doğa; başta zeytin ağaçları, türlü türlü kuşlar, deniz, yılanlar, meyve bahçeleri, köpekler...
Sinan politik sebeplerle atıldığı zindanda yaşadıklarının üstesinden gelmeye çalışırken bir yandan da doğa-insan ilişkisinin nasıl bu hâle geldiğini sorgular roman boyunca. Taşındığı kasabada yolu kapatıyor diye kadim zeytin ağaçlarını kestiren yazlıkçılar da vardır, doğru düzgün meyveyle sebzeyle ilgilenmeyen, zeytinliklerine bile bakmayan köylüler de... Temiz havası, maviliklerin ortasındaki adası, kutsal ağaçları, sabahı güzelleştiren bülbülleri, akşam ziyaretlerine gelen baykuşlarıyla bir armağandır bu kasaba insana. Oysa insan, nedense doğadaki her şeyin sahibi ve en akıllısı olduğu yanılgısıya bu armağanları hora kullanmaktadır. Sinan yaşadığı cehennemden doğayla çıkabileceğini düşünür, doğa sağaltır, umut verir ona. “Tek tek almıştı yaprakların tozlarını, parlatmış, bozulanları koparıp toplamış, dallarını sıvazlayıp temizlemiş, düzenli sulayarak canlarına can katmıştı. Beni burada en çok bu ağaçlar getiriyor kendime. Ben onların meyvelerini de alırım, yaparım bunu da. Narlarım benim, derim onlara, şeftalilerim, kayısılarım.”
Belki de kentte yaşıyor olmak bu denli duyarlı yapıyor insanı doğaya karşı, Sinan kasabalıyla kaynaşmaya çalıştığı her an doğaya bakıştaki farklılığın duvarına toslayıp duruyor. Armağanlarının değerini bilmeyen bu insanlar cahil mi kurnaz mı, karar veremiyor. Neyin ne olduğunun anlaşılabilmesi için ise kasabada neden hiç köpek olmadığı sorusunun sorulması gerekiyor romanda.
Romanın ikinci farklı yönü ise 70'lerden, 80'lerden beri yazılan işkence romanlarında olmayanı anlatmak diyebilirim. İşkencelerde neler yapıldığını maalesef hepimiz fazlasıyla biliyoruz, bunun edebiyata yansımasını da uzun süredir görüyoruz. Nedense kadınlara yapılan cinsel tacizleri, tecavüzleri, bunun yaşamlara nasıl yansıdığını çokça okuduk, belki de çoğunu kadın yazarlar cesurca yazdığından. Oysa biliyoruz ki yaşanan cinsel şiddet sadece kadına yönelik değil, romanlarda diğer tüm işkence yöntemlerini, elektrikleri, suları sıkça okumamıza rağmen, erkeğe yönelik taciz ve tecavüzleri dillendiren, hele bunun sonraki yaşamı nasıl etkilediğini anlatan pek olmadı. Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz'da Sinan yaşadıklarını tüm açıklığıyla anımsıyor, anımsıyor ama anlatamıyor. Yirmi yıllık karısı Leyla'yı iyileşebilmek umuduyla terk ediyor.
Aynaya bakarken, tavanı seyrederken, duvardaki çatlağı fark ettiğinde bir anda hücum eden anılar, kendine, bedenine yabancılaştırıyor Sinan'ı. Haksız yere tutulduğu o üç ayda başına gelenlerin insanın kendisine saygısını yitirmesi için yapıldığının farkında olsa da düşüncelerini değiştiremiyor.
İşte bu zor günlerinde yaşamına umut ışığı gibi giriveriyor Mina. Aynı kasabada evi olan, boşanmış, orta yaşlarda, akıllı, güçlü bir kadın Mina. Sinan'a iyi gelecek bir kadın. Okuru da içine alan bir heyecanla başlayan bu ilişki, yapılan yemekler, mezeler, kahveler, içilen şaraplar, rakılar, edilen sohbetler derken Sinan'a yaşadıklarını unutturmaya başlıyor. Gerçekten de romanın ilk yarısında daha çok sözü edilen, anımsanan işkenceler, Mina'dan sonra azalıyor.
Sinan yıllar sonra yeniden bir kadına âşık olmaktan hem tedirgin hem mutlu. “Sevgisini göstermeyen bir hâli var. O zaman ben giderim yanına, dibine oturur, başımı kucağına koyarım, seni istediğim zaman öpebilir miyim, diye sorarım. Yanlış bir şey yapar mıyım. Kendimi kontrol edemeden. Zihnimde çakan siyah ışık kör ederse bilincimi, nasıl davranırım.” Durmaksızın sorular soran, kendini sorgulayan Sinan, günlük yaşamda değilse de cinselliğin söz konusu olduğu anlarda, zihninde çakan siyah ışığın etkisine girebileceğinden korkmaktadır. Gerçekten de en ateşli sevişme anlarında farkına varmaksızın kendi işkencecilerine dönüşmeye başlar. O heyecanlı umutlu aşk dolu günlerin tam tersine dönüşünü ustalıkla verir Semih Gümüş. “Mutluluk nedenleri azalırken mutsuzluk nedenlerinin çoğalmasıymış aşk.”

Semih Gümüş'ün eleştiri yazılarını takip edenler uzunca bir süredir “anlatıcı” sorununun çözümüyle uğraştığını bilirler. Romanında bunun hakkından gelmiş görünüyor, aynı paragrafta anlatıcılar durmaksızın değişebiliyor, okuru zorluyor, ama okumak zaten çaba isteyen bir iş. Romanda diyalogların, hatta köylülerle sohbetlerin bile doğala uzak, edebi olması göze batabiliyor ama Sinan'a “Bazen kitap gibi mi konuşuyorum” dedirten Gümüş'ten cevabımızı almış olabileceğimizi düşünüyorum.
Anlattıklarının çarpıcılığıyla, üzerinde çok düşünülüp emek harcanmış ve okurdan da aynı emeği isteyen diliyle, okuru anlatının içinde başka yazarlar başka kitaplarla karşılaştırıp yüzleştirmesiyle olgun bir “ilk roman” diyebiliriz Belki Başka Şeyler de Konuşuruz için.

Banu Yıldıran Genç

Semih Gümüş
Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz
Can Yayınları, Ekim 2015, 300 s.
* Bu yazı Agos Kirk'in Kasım 2015 sayısında yayımlanmıştır.


Dorothy Parker - Tüm Öyküler

  Aşk Eski Bir Yalan Delidolu Kitap’ın son dönemde bizi tanıştırdığı öykü yazarlarını büyük bir zevkle okuyorum. Daha önce Notos’a ...