6 Ocak 2017 Cuma

Hep Eve

Küçük sığınağımız, evimiz...
Evden çıkmaya korktuğumuz bugünlerde sanata sığınmazsam delireceğimi hissediyorum. Benim için kitap okumak demek o süre boyunca gündemden, ölümlerden, tehditlerden uzaklaşmak demek. Sayfaları kapattığım an kâbusun başlayacağını bilsem de bu kaçış, bu sığınma hâli yegâne çözümüm. Belki de bu nedenle uzunca bir süredir yabancı yazarları okumaya ağırlık verdiğimi, siyasi, politik kitaplardan uzak durduğumu fark ettim. Hiç bilmediğim yerlerden hiç bilmediğim hayatlar okumak geçici de olsa başka bir coğrafyaya ışınlanmak sanki.
Yüz Kitap’ın farklı farklı ülkelerden seçip yayımladığı öykü kitapları bugünler için bire bir. Daha önce yazdığım Mavis Gallant’ın Paris Öyküleri’nden sonra bu kez Güney Afrika’ya gidiyoruz. Henrietta Rose-Innes’in insana dokunan öykülerinin toplandığı Hep Eve, evin bizler için artık başka bir anlam ifade etmesiyle çok denk düşüyor. Bambaşka yerlere uzanan, farklı yaşamlardan çıkıp gelmiş kahramanların ortak noktası kendileriyle yüzleşmelerini sağlayacak anları yaşıyor olmaları. Bu yüzleşme kısacık bir sabahta, bir cumartesi öğleden sonrası, yıllar süren bir evliliğin herhangi bir gününde, sabah koşusunda yaşanabilir. Önemli olan okurun bir anda kendini Rosa-Innes’in o inanılmaz gözlem yeteneğiyle anlatmayı seçtiği zaman kesitinde bulması.
Güney Afrika edebiyatı iyi bildiğim bir edebiyat değil, Güney Afrika Cumhuriyeti de pek bildiğim bir ülke değil fakat farklı coğrafyalardan bir şeyler okumanın büyüsü bu kitapta da kendini hissettirdi. Pek çok öykü Cape Town’da geçiyor ve şehrin geçirdiği değişim, yapılaşma, kentsel dönüşüm çalışmaları, hatta sanki İstanbul’dan bahsediyormuşçasına cümleler arasında değinilen toz, inşaat, gürültü neredeyse tüm dünyada aynı dertlerden mustarip olduğumuzu anımsattı bana. Dünyadaki değişime ayak uyduramayan, ayak uyduramadıkça en güvende hissettiği yere, eve dönen insanlarla dolu her yer.
Özellikle çocukları ve kadınları konu alan öykülerinde Henrietta Rosa-Innes daha “içerden” bakarak, unutulmayacak portreler çiziyor. Gerek değişen şehir, gerekse karakterleri hakkında bir röportajda söyledikleri de bu seçimleri niye yaptığını açıklıyor aslında: “Sanırım ben hayatım boyunca bir izleyici oldum, gözlerini dikip bakakalan şu utangaç çocuklardan biriydim, sanırım gündelik yaşantımda gerçeği arayan birinden ziyade kafası karışık bir gözlemciden ibaretim. Aslında tüm dikkatimi yüzeysel boyuta, bir şeylerin yüzeyden görünüşüne verdiğimi söylemek çok daha doğru olur. Özellikle bu kitapta öykülerin büyük bir kısmını doğuran, şehrin beni büyüleyen fiziki yapısı oldu.”
Kadınlardan bahsetmişken Leopar Kapanı ve Yanan Binalar adlı öyküleri anmak gerekir. İlk öyküde içinde hapsolduğunu sandığı evliliğinden ve içtikten sonra evde kırılmadık şey bırakmayan kocasından kaçıp bir hafta sonu otelde kalan Daniela’nın yaşadıkları anlatılıyor. Otelin yakınlarındaki turistik leopar kapanını bulması, kapanın içine kısa süreliğine de olsa girmesi, fiziksel hapisle duygusal hapis arasındaki ince çizgiyi anlamasına yardımcı oluyor. Eve döndüğünde sızıp kalmış kocasının karşısında hissettikleri bu yüzleşmenin sonucu aslında: “Thom’un yüzüne dokunmak için uzandığı o anda bile, kendisinin hangisi olduğunu tam olarak bilmiyordu, leopar mı, avcı mı? Taştan kutunun içinde olan mı, yoksa karşısında durup tuzak kapısının kapanışını tekrar tekrar izleyen mi?”
Yanan Binalar’da ise iki yıllık bir ilişkinin sonundaki Anna yer alıyor. Bir fotoğrafçı ve bir heykeltıraşın ilişkisinin uzaktan görüldüğü gibi ideal olmayacağını, erkeğin farkında bile olmadığı kaba davranışları ve bencilliği yüzünden geldiği yeri, Anna açtığı sergide, çektiği fotoğrafları yan yana görünce anlayacaktır: “Anna galerinin beyaz duvarlarında kronolojik sıraya dizilmiş fotoğrafların hepsine birlikte bakınca anlattıkları şiddet öyküsü karşısında çarpıldı: kan ve morluklar. Yanan binalar. Kapana kısılmış bir kuş. Metal şeytanlar. Bu kadar açık uyarıları nasıl göz ardı edebilmişti?”
Okudukça hem sevinilen bir yakınlık, hem de bütün dünyanın çivisi çıkmış dedirten bir tanıdıklık hissetiriyor Rosa-Innes’in öyküleri. Yazarın üstünde bile durulmayan önemsiz detayları nasıl da cımbızla çekip ustalıkla betimlediğini anlatmak için son bir alıntı yapacağım. Kötü Yerler öyküsünde sarhoş bir gecenin sabahı ayılmaya çalışırken yüzüne dokunan Elly’nin hissettikleri: “Elini yüzüne koyduğunda bir böceğin kanat çırpışları Elly’i şaşırttı – gümüş kirpikler.” Bugüne dek makyajlı, özellikle rimelli uyuduğunda elini gözüne atan herkesin hissedeceği sıradan bir şeydir bu, ama işte iyi yazar bunu bir böceğin kanat çırpışlarına benzeterek tam da on ikiden vurmayı başarıyor ve onu unutulmayacak bir imgeye dönüştürüyor.
Henrietta Rose-Innes’in öyküleri Güney Afrika’yı ve o karmaşayı okura yaşatan öyküler. Birkaç cümleyle aşina olduğumuz sıra sıra gökdelenlerden, betonlaşmadan; birkaç detayla yerlilerin sadece hizmetçilik, otoparkçılık, temizlikçilik yaptığı, beyazların siyahların dilini bile öğrenmeye tenezzül etmediği, ırk ve sınıf ayrımının süregelen hükmünden bahsedebiliyor. Genelde karakterler içinde bulundukları çaresizlik duygusundan bir anlığına da olsa kurtuluyor, bize de bu kurtuluşu kendimiz için umut etmek kalıyor.

Banu Yıldıran Genç

Hep Eve
Henrietta Rose-Innes
Yüz Kitap, Kasım 2016, 183 s.
* Bu yazı Agos Kirk'in Ocak 2017 tarihli sayısında yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Dorothy Parker - Tüm Öyküler

  Aşk Eski Bir Yalan Delidolu Kitap’ın son dönemde bizi tanıştırdığı öykü yazarlarını büyük bir zevkle okuyorum. Daha önce Notos’a ...