Çok
sıradan, bir o kadar da acayip...
Miranda
July, insanın sinir olacağı kadar yetenekli biri. Sinema,
oyunculuk, çağdaş sanat, müzik, edebiyat... diye sırasıyla
ilerliyor eser verdiği ve başarılı olduğu sanat dalları.
Everest Yayınları July’nin daha önce Birinci
Kötü Adam
adlı romanını yayımlamıştı. Geçtiğimiz ay ise ilk kitabı
olan Hiç
Kimse Buraya Senin Kadar Ait Değil
adlı öykülerini yayımladı.
Kitap
on altı öyküden oluşuyor ve tüm öyküler modern, şehirli
insanın kaygılarıyla örülmüş. Bu karakterlere çağdaş
Amerikan sanatından (özellikle edebiyat, sinema ve buna ek olarak
dizi sektörü) aşinayız aslında, örnek vermek gerekirse Lydia
Davis öykülerini, Dave Eggers, Joshua Ferris romanlarını ya da
Lena Dunham’ın Girls dizisini bilenler, sürekli yanlış şeyler
yapan, kaybeden, kentli, kendisiyle çok ilgili karakterleri
hatırlayacaklardır, işte Miranda July bu karakterlere yenilerini
çok başarılı bir biçimde ekliyor, ince dokunuşları ve farklı
duyguları kendini her öyküde hissettiriyor.
Türkiye’de
özellikle 2000’lerin başından beri sıkça rastladığımız,
Amerika ve Avrupa’da tabii ki çok daha uzun yıllardır var olan,
Uzakdoğu felsefelerine gönül vermiş, yoga yapan, organik
beslenen, vejeteryan ya da vegan ailelerden birinde büyümüş
Miranda July, öyle ki anne-babası ta 1974’te bu konularda
kitaplar yayımlayan bir yayınevi kurmuş. July’nin öykülerinde
en çok dikkati çekenler de işte bu tipler. Kişisel gelişim
çalışmalarına katılıp absürt durumda kalanlar, kişisel
gelişim kitapları okuyup yapayalnız olanlar, inanç gücüyle
yüzme öğrenmeye çalışanlar, popüler dergilerin gündeme
getirdiği Yeni Adam’lar, Yeni İnsan’lar... hepsi birer birer
July’nin o garip mizahından paylarını alıyorlar.
Mon
Plaisir öyküsünün
ana karakteri kadın şöyle anlatır ailesini: “Biz,
hazır kakao tozu alan, küçük sohbetler yapan, Hallmark kartları
kullanan ya da Sevgililer Günü, düğünler gibi Hallmark
törenlerine inanan insanlardan değiliz. Genel olarak ANLAMSIZ
şeylerden uzak durur, ANLAMLI şeylere önem veririz. En tepedeki
favori üç anlamlı şeyimiz: Budizm, doğru beslenme ve iç
dünyamız.” Oysa
tabii ki hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Çift için
seks, Budizm ve doğru beslenme tarzı bir “olay” olduklarını
savundukları emzirme-emzirilme gibi garip bir ritüele evrilmiştir.
Delicesine savunulan “anlamlı” her şey gibi bu da kadının
terapiye gittiğinde “Bir
daha seks yapmayabiliriz.”
diyerek ağlamasına yol açar. Kocasının sürekli meditasyon
yapması çok “havalı” görünse de yapayalnız geçirdikleri
saatler uzun süre kendi kendisiyle konuşmasıyla sonuçlanır.
İlişkilerini biraz canlandırmak için bulduğu çözüm ise
kaçınılmaz sonu yaklaştıracaktır çünkü figüran olarak rol
aldıkları filmde sevgiliymiş gibi yaptıkları bir akşam yemeği
sahnesi aslında her şeyin çoktan bitmiş olduğunu gösterecektir.
Miranda
July’nin keskin kaleminden payını alanlar arasında müthiş
ahlâklı, aileye ve bağlara önem veren, düzgün Amerikan aileleri
de var. Amcasının tacizine uğramış küçük kızlar, babasının
kendisine yaptıklarını anlatırken taciz olduğunun bile farkında
olmayanlar, gerçek dışı hayaller uğruna zihinsel engelli
öğrencisiyle ilişkiye giren öğretmenler... hepsi öykülerin bir
parçası ama hiçbir zaman öykünün kendisi değil, çünkü neyse
ki Miranda July’nin topluma mesaj verme, doğruyu gösterme gibi
bir misyonu yok, birer satırla geçiveren ânlar okura yaşananları
anlatıyor zaten.
En
beğendiğim öykülerden biri Hiçbir
Şeye İhtiyaç Duymayan Bir Şey
oldu. “İdeal
bir dünyada öksüz olurduk. Kendimizi öksüz gibi hissettik,
öksüzlere gösterilen şefkati hak ettiğimizi düşündük ama
utanç verici bir biçimde anne-babalarımız vardı. Hatta bende
ikisi de vardı.” cümleleriyle
başlayan öykü Gwen ve Pip’i anlatıyor.
“Biz
artık gidiyoruz, anne.
Nereye?
Portland’a.
Gitmeden
benim için bir şey yapar mısın? Şu dergiyi bana getirir misin?”
Miranda
July’nin müthiş Amerikan ailesine dokunduğu yukarıdaki diyalog
sonrası kendilerini beş parasız Portland’da bulan Gwen’le
Pip’in büyüme ve aşk hikâyesi aslında anlatılan. Kadınları
seven zengin kadınlar için fahişelik yapıp buna devam
edemeyeceklerini anlamaları, sonra araya giren başka bir aşk,
Pip’in Gwen’i terk etmesi, Gwen’in yaşamaya devam edebilmek
adına bir seks dükkânında erkekler için soyunup numaralar
yapmaya başlaması, hayatın aslında ne kadar zor olduğunu
gösterirken, aşkın iki ayrı ya da aynı cinsiyet arasında
yaşansa da hep bir bencil olan-fedakârlık yapan ekseninde
ilerlediğini de hissettiriyor. Çocukluklarından beri birlikte olan
ve sanılanın aksine sadece üç kez birbirine dokunan Gwen ve
Pip’in ilişkilerinin zorlaşan hayat şartlarıyla birlikte
sıradanlaşması oldukça dokunaklı.
Özellikle son
dönem Amerikan ve Avrupa edebiyatında, sinemada ve dizi sektöründe
rastladığım bir şeyden bahsetmeden geçemeyeceğim. July’nin
karakterleri arasında son derece olağan biçimde anlatılan yaşlı
eşcinseller, kadınlardan da hoşlandığını sonradan fark eden
kadınlar var. Bunların bizde genellikle rastlandığı gibi birkaç
eşcinsel karakter kullanayım, farklı olsun, zenginlik katsın diye
yapılmadığı o kadar belli ki. Farklı bir kategori olan eşcinsel
edebiyat da sayılmazlar. İnsanların kafalarında artık her şeyin
normalleşmiş olduğunu gösteriyor bu, eşcinsel ya da değil fark
etmiyor, önemli olan tip veya karakter olarak esere ne kattığı.
Her şey çok doğal, bizde eksik olduğu biçimde ve bu rahatlığın
verdiği doğallık o kadar özendirici ki bir gün bizde de böyle
olur umarım demekten başka bir şey gelmiyor elimden.
Son
olarak, kitabın çevirmeni İnci Asena hayatımdaki ilk patronum ve
ben onun bu kadar iyi bir çevirmen olduğunu bu denli geç fark
etmiş olduğum için utandım doğrusu.
Banu
Yıldıran Genç
Miranda
July, Hiç
Kimse Buraya Senin Kadar Ait Değil,
çev. İnci Asena, Everest Yayınları, Temmuz 2017, 176 s.
* Bu yazı Notos'un 66. sayısında yayımlandı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder