1 Aralık 2017 Cuma

Edebiyattan Tarih Öğrenilir mi?

Edebiyattan tarih öğrenilir mi?
Liseye yeni başlayanlarla ders yaparken kendimi sık sık “Tarih öğrenmek için roman okumazsınız, tarihi öğrenmek için tarih kitabı okumak gerekir.” derken buluyorum. Çok doğru bir cümle olmadığını bilsem de aslında bunu edebiyat dersinin ilk yılında sanatçının özgürlüğünü ve sınırsızlığını anlatabilmek adına yapıyorum. Aklıma gelen bir örneği veriyorum genellikle, Muhteşem Yüzyıl dizisinde Kanuni ve Hürrem’in öpüşmeleri sonrası gazetelere açıklama yapan tarihçiler olmuştu, “O zaman padişahlar dudaktan öpüşmezdi, haremlerini alınlarından öperlerdi.” diye. Haremin bu kadar mahremini nereden biliyorlar gibi anlamsız bir soruyu geçiyorum, burada sorun olan sanatsal bir yaratı olarak görülen dizinin bire bir tarihe uyma zorunluluğu olmamasına rağmen senaristlerin açıklama yapmak zorunda kalmasıydı.
Kısacası sanatın gerçeğe dayanması gerektiği gibi bir beklenti içine giren öğrenci için küçük uyarılar yapıyorum, kurmaca kavramının önemini anlatıp bir yazarın Kurtuluş Savaşı’nı kaybeden ve İngiltere’nin sömürgesi olan bir Türkiye romanı yazabilmesinin en doğal hakkı olduğunu söylüyorum. Çünkü biliyorsunuz bu memleket kahramanlarının diyalogları yüzünden yargılanmış yazarlar, yasaklanmış kitaplarla dolu.
Edebiyatı yeni öğrenmeye başlayan öğrencilerle durum böyleyken, ilerleyen yıllarda, özellikle Tanzimat ve Servet-i Fünûn romanlarını anlattığım 11. sınıfta, edebiyatla tarihi bayağı iç içe işlerken buluyorum kendimi. Abdülhamit baskısının hissedildiği dönemlerdeki atmosferin, sanattaki arayışın, sanatçıların karamsarlığının günümüze çokça benzemesi, benim tarihten değil edebiyattan bol bol örnek vermemle sonuçlanıyor.
Mesele daha geçenlerde Halit Ziya Uşaklıgil’in Nesl-i Ahîr’inden şu paragraf geldi aklıma, romanın kahramanı görmüş geçirmiş Nüzhet umutsuzluktan ne yapacağını şaşırmış genç İrfan’a öğüt verir: “Ben öyle sanıyorum ki bu millette canlılık güçlerinden en küçük bir parça bile eksilmemiştir. Otuz yıldan beri elinden alınmış bütün o değerli öğeler, kopartılıp atılan bütün o genç filizler, tam tersine zulüm ve yolsuzluklara karşı aşırı bir kin yaratmış, onun için fazla bir güç oluşturmuş, bütün bu vücut yönetimin kahır ve ezincini çeke çeke büyümüş, baştan ayağı hırs ve öcün karışımından meydana gelmiş, acı ve elemle büyümüş ve inanın ki saldırma ezme zamanı gelince bir ejderha heybetliliğiyle kalkacak...” Şimdi buradaki otuz yılın Abdülhamit’in otuz üç yıl süren padişahlığı olduğu aşikârken Servet-i Fünûncuların nasıl mutsuz, nasıl umutsuz olduklarını, hatta Yeni Zelanda’ya kaçmayı düşündüklerini bir tarihi bilgi olarak vermek o bilginin ezberci eğitim sisteminde kaybolup gitmesine yol açacak. Oysa şu paragrafı, Nüzhet’i ve arkadaşlarını adım adım takip eden, Adalar vapurundan inip çıkanları tek tek defterine kaydeden jurnalleri okumak, hatta roman boyunca bu atmosferi yaşamak en kitabi bilgiden daha etkili oluyor insan hayatında.
O zaman tekrar düşünüyorum yazının başındaki cümlem üzerine, ben aslında tarih adına ne biliyorsam edebiyattan öğrendim ya da belki cümleyi şöyle kurmalı, edebiyat sayesinde öğrendim. 1980 sonrası kafasını kaldırmaya korkan bir kuşağın mensubu olarak lise yıllarında Çetin Altan’dan Bir Avuç Gökyüzü’nü okumak dünyamı değiştirmişti. Sonra Füruzan’dan 47’liler, Sevgi Soysal’lar, Mehmet Eroğlu’lar derken derslerde anlatılmayan memleket tarihini öğrenme sürecim de başlamıştı. Bu süreç memleketle de kalmıyor zaten. Daha geçenlerde Médan Geceleri’ni okuyup saatler boyu Prusya Savaşı’nı araştırdım. Edebiyat bir kere o fitili yaktı mı artık kaçarınız yok, romandan, öyküden, şiirden yola çıkıp kendinizi ansiklopedilere, makalelere vurabilirsiniz.
İlla önemli şeyler, savaşlar, barışlar, darbeler olması gerekmiyor öğrendiklerimizin, tarih kitaplarında hiç göremeyeceğimiz detaylar, küçük insanların yaşamı, gündelik alışkanlıkları gibi göz ardı edilmiş ayrıntılarla dolu edebiyat. Haremlik selamlık yaşamın saraylarda değil de gündelik hayatta nasıl işlediğine dair öyle ayrıntılar var ki romanlarda... Latin alfabesine çevrilmiş hâliyle daha yeni yayımlanan Hayal-i Celâl adlı romanında Recaizâde Mehmet Celâl, akşam yemeğe erkek misafir davet edildiyse bu işin nasıl halledildiğini Tanzimat yazarlarından alışkın olduğumuz biçimde açıklayıveriyor mesela: “Yemekler o akşam harem mutfağında pişirilir ve çatal bıçak ve havlu gibi öteberi de dönme dolap ve orta kapı vasıtalarıyla alınıp verilirdi.” Eskiye ait her şeyi yıkma gibi bir huyumuz bulunduğundan bugün ortada dönen bir dolabın olduğu evlerden de, evin ikiye ayrılmış yaşama kısımlarından da haberimiz yok elbette. O nedenle bazen de böyle hiç aklımıza gelmeyeni öğretmeye yarıyor edebiyat.
İşte ben de böyle ikilemler yaşıyorum. Bir yandan küçük yaştaki öğrencilerin yanlış beklentiler içine girmemesi için yazının başında anlattıklarımı söylüyorum, bir yandan zaman ilerleyip de daha derin konulara daldık mı başlıyorum tarih adına edebiyattan öğrendiklerimi anlatmaya... Şimdilik tek tesellim bu tutarsızlığımı yüzüme vuran bir öğrencimin olmaması. Olursa da bu yazıyı okumasını tembihlerim artık.


Banu Yıldıran Genç
* Bu yazı Oggito'da yayımlanmıştır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Dorothy Parker - Tüm Öyküler

  Aşk Eski Bir Yalan Delidolu Kitap’ın son dönemde bizi tanıştırdığı öykü yazarlarını büyük bir zevkle okuyorum. Daha önce Notos’a ...